1 Aralık 2009 Salı

Atatürk ve Yazım

Atatürk ve Yazım
A. Dilâçar
Atatürk 1928 yılı Eylülünde İstanbul’dan ayrılarak arka arkaya Samsun, Amasya, Sivas ve Kayseri kentlerinde halk arasında Latin alfabesi konusunda araştırmalarda bulunmuş ve 21 Eylülde Ankara’ya dönmüştür. 26 Eylülde de “Vekâlet” Müsteşarları, yani Türk yazısı konusunu görüşmek üzere “Maarif Vekâletinde” toplanmışlar ve 3 Kasımda “Yeni Türk Harflerinin Kabulü” konusundaki 1353 sayılı yasa “Resmi Gazete”de yayımlanmıştır.
1 Aralık 1928’de gazete ve sokak levhaları yeni harflerle yazılmaya başlanmış, 12 Aralık 1928’de de Dil Encümeni tarafından (eski ve yeni harflerle) düzenlenen çift sütunlu XVII+371 sayfalık “İmlâ Lûgati” yayımlanmıştır. Bu encümenin üyeleri Ahmet Cevat, Ahmet Rasim, Celâl Sahir, Falih Rıfkı, Fazıl Ahmet, İbrahim Necmi, İbrahim Osman, İsmail Hikmet, Mehmet Baha, Mehmet Emin, Mehmet İhsan, Ragıp Hulûsi, Ruşen Eşref ve Yakup Kadri idiler. Bundan önce her hafta 5 formalık fasiküller halinde yayımlanan ve 25.000 sözcüğü kapsayan bir “İmlâ Kılavuzu” 29 Ekim ile 12 Aralık 1928 arasında tamamlanmıştır.
Bu ilk “İmlâ Lûgati”nde açık olarak belirtildiği gibi “kelimelerin yazılışının mümkün olduğu kadar fonetik olması”na çalışılmıştı. Buna göre (b, d, g, v, c, z, j gibi) “yumuşak” (titreşimli) ve (p, t, k, f, ç, s, ş gibi) “sert (titreşimsiz) denilen ündeş (samit) gruplar arasındaki “benzeşme” olayına yazıda da yer verilmiş ve örneğin eski harflerle yokdur biçiminde yazılanı yoktur; çiftci’yi çiftçi; esdi’yi esti; rafdan’ı raftan; asdırmak’ı astırmak; ictima’yı içtima; ıztırab sözcüğünü de ıstırap biçimine dönüştürmüşlerdir.
Ayrıca sözcük sonundaki “yumuşak”lar da “sert”e çevrilmiştir. Kab yerine kap, and yerine ant, özel adlarda Mehmed yerine Mehmet gibi. Yabancı asıllı sözcüklerde, genel olarak, Türk sesbilgisine uymayan kimi okunuş ve yazım hakları tanınmış ve örneğin harfın yerine harfin, ictimayı yerine ictimai ve içtimai biçimlerine yer verilmiştir. Çekimde, sesli uyuşmazları ve değişimleri yazımda da gösterilmiştir. gelmeyor yerine gelmiyor gibi. Kimi sözcüklerin yazımı da söylenişe uyularak kısaltılmıştır. Örneğin eczahane yerine eczane gibi ya da bütünüyle değiştirilmiştir, örneğin mutbak yerine mutfak, “İmlâ Lûgati” anlam birimi gösteren bileşik sözcüklerin bitişik yazılmasını istemiştir, örneğin tavukgöksü, demiryolu, başkâtip, kırkayak, kalınkafa, kaybolmak, zannetmek gibi.
Dil Encümeni, okunuş bakımından, uzun sözcüklerin hecelenmesini, kolaylaştırmak amacıyla “bağlama” denilen bir işaret, yani sözcüğün son hecesini ayırt eden kısa bir çizgi kabul etmişti, gelmiş-tir de olduğu gibi. Kısa bir deneme süresinden sonra Atatürk bir genelge ile yazımla ilgili 4 değişiklik yapmıştır: 1. Soru takısı olan mi, mı; mü, mu genellikle ayrı yazılır, fakat kendinden sonra başka ekler varsa onlarla bitişerek yazılmalıdır, geldi mi? ve geliyor musunuz?, ben miydim? gibi; 2. Bağlantı ilgeci olan ki “ve dahi” anlamına olan de, da özerk sözcük olarak ayrı ayrı yazılır, örneğin gördüm ki geliyor, sen de gel, o da gelsin gibi; 3. “Bağlama işareti” denen çizgi kalkmıştır. Örneğin, eskiden demir-dir, Ahmet-le, gelir-ken, mert-çe, yarın-ki yerine demirdir, Ahmetle, gelirken, mertçe, yarınki; 4. Farsça asıllı sözcüklerdeki bağlama çizgisi de kalkmıştır; bileşim seslisi ilk sözcüğün sonuna bitişir, örneğin hüsn-ü nazar yerine hüsnü nazar gibi.
Yine aynı Encümen, Arap ve Fars asıllı sözcüklerin yazımında da “tecvid”e kaçmamış yazımı yüklü bir duruma getiren (^), (’) imlerin kullanılmasında önemli bir kısıntı yapmıştır. Örneğin, Dil Heyetinin çıkardığı “Gramer”de îman, dârülfunûn, âli, ta’mir, tâma, te’min mebde’ yazımıyla geçen sözcükleri “Lûgat”te iman, darülfünun, âli, tamir, tama/tamah, temin, mebde biçimlerine çevirmiştir. “Lûgat”in “düzeltme” bölümünde kimi yazım biçimleri daha sadeleştirilmiştir, âza yerine aza gibi; hükûmet, hükümet’e çevrilmeyerek olduğu gibi bırakılmış, tespit sözcüğü tesbit’e; makpuz yazımı makbuz’a; mefküre, mefkûre’ye; münderecat, mündericat’a; şura (meclis) de şûra’ya çevrilmiştir.
Ayrıca yeni Türk alfabesinin kabulü günlerinde ince k gösteren kh bileşik harfi de az sonra yalınlaşmıştır. Örneğin: vekhâlet vekâlet olmuş, vakhit vakit, müstakhil müstakil, şevkh şevk, sevkh de sevk.
Bu “İmlâ Lûgati” 1941’e dek dairelerde ve okullarda 13 yıl kullanılmıştır.
İngilizcenin yazımında bir bölüm sözcükler sesçil yazıma, bir bölümü ise geleneksel yazıma uygun biçimde yazıya aktarılır. Bu niteliğiyle İngilizcenin yazımı kolay sayılamaz, kimi dilcilerce çok eleştirilir.
Hollanda dilinin yazımında da sesçil yöntem uygulanmamaktadır.
Bu kısa açıklamamız, yazım konusunun yalnız dilimiz bakımından değil, genel olarak her dil için önemini, doğurduğu sorunları küçük ölçüde de olsa yansıtmaktadır, kanısındayız. Hemen hepimiz, kimi sözcüklerin yazımında zaman zaman duraksama geçirmekte, ya Yazım Kılavuzuna bakmakta ya da kendimizce bir yol izlemekteyiz. Durum böyle olunca aynı sözcük ya da sözcük öbeği değişik yerlerde başka başka biçimlerde karşımıza çıkmakta, bir kargaşalık doğurmaktadır. Buna bir de kültür ve öğrenim eksikliğinden, dile saygı eksikliğinden doğan özensizlik eklenince durum daha kötü bir görünüm gösteriyor.
Bugüne değin ve bugün harcanan çabalar, işte bu durumun düzeltilmesine yönelmiştir. Dergide yer alan öteki yazılarda, bu çabalar üzerinde durulmaktadır.
Kimi aksaklıklara ve ters yöndeki tutumlara karşın Türkçenin yazımının 49 yılda önemli gelişmeler geçirdiğini, birçok dilde rastlananın tersine, kısa bir süre içinde bir yazım birliğine doğru olumlu adımlar atıldığını söyleyebiliriz. Türk Dil Kurumunun bu konudaki katkısını kimse yadsıyamayacaktır. Bugün de gözden uzak tutmamamız gereken aşağıdaki noktaları yinelemek istiyoruz:
Yazım sorunu, dile saygının, dile özen göstermenin bir parçasıdır.
İleri ülkelerin düzeyine erişme ve savaşı içinde olması gereken, her alanda öğrenim görmüş yeni yeni kuşaklar yetiştirmek zorunda bulunan ulusumuz, yazım konusunda titiz davranmaya alışmalı, kesin bir yazım birliğinin sağlanmasına yardımcı olmalıdır.
Türk Dili, XXXV, sayı:307, 1977

Atatürk'ün Amaçladığı Türkçe

Atatürk'ün Amaçladığı Türkçe
A. Dilâçar
Adım adım zincirlediğim anılarıma göre, Atatürk’ün dili onarma tasarısı türlü evrelerden geçmiştir. Bu tasarının ilk ereği, bence, I. Dünya Harbi yıllarında belirmiştir. 1917’de Almanca yazılı bir Türk dilbilgisi kitabında eski harflerimizle yazılı “kaba Türkçe, orta Türkçe, fasih Türkçe” biçimindeki ayırtları görünce Atatürk’ün öfke ile irkildiğini ve kabasını, fasihini bırakarak, gazete dilinin herkesçe anlaşılmasını bir baş erek olarak gösterdiğini anımsıyorum. Atatürk aynı kitapta Latin harfleriyle yazılı Türkçeyi de gördü, okuyabildi beğenisini de bildirdi. Onarım yolunda atılacak ilk adımın alfabe alanında olmak gerektiğini anladı. Fakat Kurtuluş Savaşı başlangıcında Ruşen Eşref eski harflerimizi değiştirme sorununu Atatürk’e hatırlattığında ondan “Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır?” yanıtını almış, bundan da onarımın bekleme evresinde olduğu anlaşılmıştır.
Harflerimiz 1928’de değişti, 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu, I. Kurultaydan sonra 1933 -1934 yıllarında tarama ve sözcük derleme evresi başladı, 68 kişilik bir derleme kurulu gece gündüz çalışarak 2 ciltlik “Tarama Dergisi”ni ortaya koydu. Bu dergi işlenirken tarayıcılardan 125.998 fiş geldi, bunlar elenerek 7500 Osmanlıca sözcüğe karşılık olarak, Türkçenin her türlü eski ve yeni lehçelerinden -Oğuz, Kıpçak, Orta Asya- 30.000 sözcük gösterildi, örneğin Osmanlıca akıl sözcüğüne karşılık olarak 26 Türkçe sözcük, “an”dan “zerey”e dek. Bu alanda, yazarların çektiği güçlüğü anlatabilecek bir anımı buraya eklemek faydalı olacaktır sanıyorum.
Bir gün, 1934’te Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadak’ı görmeye gitmiştim. Sadak, gazetenin başyazısını yazmıştı, Osmanlıca. Zile bastı, gelen odacıya yazıyı vererek “Bunu ikameciye götür” dedi. Karşı odadaki ikameci Tarama Dergisini açtı ve yazının sözdizimine hiç bakmadan, Osmanlıca sözcüklerin yerine bu dergiden beğendiği Türkçe karşılıkları “ikame” etti. Başka bir gazete bürosunda başka bir “ikameci” aynı Osmanlıca sözcüklere başka karşılıklar seçmiş olabilirdi. İşte Atatürk’ün ilk bunalımı bu kargaşadan doğdu.
Atatürk bu durumu gördü ve yeni bir evre olarak, 1934’teki II. Kurultaydan sonra, onarım işini kendi üzerine aldı. Önce, Falih Rıfkı Atay’ın başkanlığı altında “Kılavuz Çalışma Kolu”nu kurdurdu, az sonra buna Türk Dil Kurumu Genel Merkez Kurulu üyelerini de kattı. Genel olarak Osmanlıca bir sözcük tek bir Türkçe sözcükle karşılandı ve bunlar Ulus gazetesiyle, Halkevlerinin Ülkü dergisiyle sıra ile yayımlandı. Ulus’ta çıkanlar “Kılavuz Dersler, Yeni Kelimeleri Nasıl Kullanmalıyız?” başlığı ile 1935’te bir kitap olarak çıktı; 2 ciltlik Cep Kılavuzu da aynı yılda okuyuculara sunuldu. Bu ciltlerde genel yönetmen Atatürk, uygulayıcı Falih Rıfkı Atay’dı. Böyle olmakla birlikte, Atatürk, onaylanan yeni sözcükleri birkaç kez gözden geçirir, kendi keskin “anadili duygusu” ile yeni onarımlar yapardı. Örneğin Osmanlıca zait, nakıs’a karşılık olarak, Falih Rıfkı’nın da katılmasıyla önce arta, ekse sözcükleri kondu, sonra Atatürk tek başına bunları, artı, eksi’ye çevirdi ve bu yolda, askerlik, yayın, hukuk, yönetim, öğretim, bilim, sanat ve genel konuşma alanlarında kullanılan terim ve sözcüklere öz Türkçe karşılıklar bulundu. Ayrıca 1936 -1938 yıllarında Türk Dil Kurumu, türlü kollarda kullanılan ilk ve ortaöğretim terimlerinin Türkçelerini işleyip ortaya koydu. Atatürk, bu çalışmalara 1937’de yayımladığı Geometri kitabıyla önemli bir katkıda bulundu.
Atatürk, amaçladığı Türkçeye gün geçtikçe yaklaşıyordu. Amacına tamamıyla kavuşabilmek için bir zorunluluk belirmişti: Bizde bulunmayan anlam incelikleri. Fransızcayı çok iye bilen Atatürk, bu konuya ilk olarak 1935 yılında Cep Kılavuzunu işlerken dokunmuştu, Osmanlıca tavsif, tarif sözcüklerine Türkçe karşılık aranırken. Kitapta buna tanım dendi. Ama kitap yayımlandıktan sonra Atatürk anlam inceliği bakımından bu sözcüğü yine ele aldı ve 1936 yılının sonbaharında, bir gece sofrada, eksik saydığı bir şeyi tamamladı. Osmanlıcada, genel olarak, tarif ve tasvir bir arada kullanılır ve anlam odaklanmaz, yayılır ve Fransızca iki anlam odağını karşılardı. Atatürk, birbirinden çok değişik olan bu iki anlam odağının Fransızca karşılıklarını biliyordu: Biri décrire (yani description yapmak), öbürü définir. Düşündü, décrire’in Türkçe karşılığını betimlemek, définir’in karşılığını da tanımlamak olarak saptadı. Bunlardan ilki “tasvir etmek”, ikincisi ise “bir kavramın bütün öğelerini sınırlayıp eksiksiz olarak anlatmak” demektir.
Atatürk’ün “anlam inceliklerini ayırma” yolunda yaptığı iki açıklamaya da tanık olmuştum sofrasında. Biri ilan, öbürü sebep; ikisi de Osmanlıca. “Duvar ve gazete ilanını bırakarak, Atatürk “ilan etme” anlamını ele aldı, örnek olarak da harp ilan etmekle cumhuriyet ilan etmek arasındaki farkı anlattı: Biri Fransızcada déclarer öbürü aynı dilde proclamer. Bunlardan ilki “açık olarak bildirmek”, ikincisi ise “törenle bir kararın haberini yaymak” anlamına gelir. Sebep de iki anlam taşıyordu: Biri nesnel olarak Fransızca cause’un karşılığı (örneğin niçin geç kaldın, sebebi ne? Cevap: Otobüsler işlemediğinden dolayı), öbürü öznel, Fransızca raison’un karşılığı (örneğin Niçin geç kaldın, sebebi ne? Cevap: Hocama kızmış olduğumdan dolayı).
İşte Atatürk’ün amaçladığı Türkçe, bu anlam inceliklerini birbirinden ayırmış olan bir Türkçe idi. Bu amaca erişebilmek için Atatürk, Fransızcayı çok iyi bilen Reşat Nuri Gültekin’den 2 ciltlik Larousse Sözlüğünün sözcük bölümünü Türkçeye çevirmesini istemişti, fakat bu yazarımızı, bu görevi yapamadan yitirdik. Bu iş Atatürk’ün bir buyruğu ve isteği olarak er geç yapılmalıdır. Tahsin Saraç’ın bu yıl kurum yayınları arasında ortaya koymuş olduğu 2 ciltlik Fransızca-Türkçe Sözlük, bu işi kolaylaştırmış olsa gerek.
Türk Dili, XXXIV, sayı: 302, 1976

Atatürk ve Türkçe

Atatürk ve Türkçe
A. Dilâçar
Birinci Dünya Savaşında, buyruğu altında bulunduğum bir sırada, Atatürk’e dille ilgili bir kitap göstermiş olduğumu hatırlıyorum. Bu, genç Macar Türkologlarından Gy. Németh’in 1916’da Almanca olarak yayımladığı Türkçe dil kitapları serisinden Türkische Grammatik (Türkçe Gramer) idi. Ordumuzda bulunan Almanlar bunu kullanıyordu, bende de bir nüsha vardı. Kitap, Arap yazısı kullanmakla birlikte çevriyazıya da yer vermişti: ı için y; y için j; ğ ve h için Yuyanca birer harf; ö ve ü sesleri için, olduğu gibi ö ve ü harfleri kullanılmıştı; c, ç, ş, j sesleri, üstleri başka şekilde işaretlenmiş kuyruklu ˇz, ˇc, ˇs ile gösterilmiş; hemze, ayn ve uzatma işaretleri de unutulmamıştı. Atatürk, anahtarı öğrendikten sonra, çevriyazılı metni okuyabildi, fakat sistemi beğenmedi. Harflerin üstüne konulan işaretleri fazla buldu, Yunanca harfleri yadırgadı. Haklı idi, çünkü bu yazı Türk milletine has değil, uluslararası bir yazı sistemiydi. Önemli olan tarafı, Atatürk’ün ta Birinci Dünya Savaşında, yani Latin esaslı yeni Türk alfabesinin kabulünden 10-12 yıl önce, Latin çevriyazısıyla dizilmiş Türkçe bir metinle karşılaşması ve bundan bir izlenim almasıydı.
Aynı kitabın başka bir yerinde, Türkiye Türkçesinin tabakalanması konusunda kısaca bilgi verilmişti. Bu bölümde Atatürk, Latin çevriyazısıyla yazılmış olan kaba türkˇce, orta türkˇce ve fasih türkˇce kelimelerini bu şekilleriyle kolayca okudu, “kaba Türkçe” sözüne canı sıkıldı ve o parçayı Türkçeye çevirmemi istedi. Parçanın sonunda, “Son zamanlarda, dili her aydının anlayabileceği bir duruma getirmek için çalışılmaktadır” deniliyordu. Bunu, Atatürk, “Genel dili, yani gazete dilini yalnız aydınların değil, herkesin anlıyabilmesi gerekir” şeklinde düzeltti. Tanığı olduğum bu kısa “dil söyleşisi”, Atatürk’ün o zamandan beri Türk dilinin yazı ve anlatış bakımından onarımı hakkında düşünmekte olduğunu, hatta bu alanda bir fikir sahibi bulunduğunu gösterir.
On altı yıl sonra Atatürk’ün huzuruna çıktığımda, o, yurdumuzu düşmandan kurtarmış, devletin başına geçmiş, yeni harflerimizi kabul ettirmiş ve ulusu kültür alanında da yükselme yoluna koymuş bulunuyordu. Atatürk kendi için geniş bir kitaplık kurdurmuş, aydınları çevresine toplamış ve ulusal eskiliklerimizi incelemeye koyulmuştu. Bu eskiliklerden en heyecanlı konuların tarih ve dil alanlarında bulunduğu şüphe götürmez. Hele bir devlet başkanı için bu gerçek bir kat daha heyecan vericidir.
Atatürk bu konuda çok okurdu. Avrupa ve Amerika’daki büyükelçilerimiz, batı dünyasında çıkan önemli kitapları satın alarak Çankaya’ya gönderirlerdi. Yaz aylarında Atatürk’le birlikte Ankara’dan İstanbul’a gidilirken, kitaplıkçısı Nuri ile baş sofracısı İbrahim, Dolmabahçe Sarayına götürülecek kitapları boş cephane sandıklarına yerleştirir, Muhafız Alayı erleri de bunları arabalara taşırlardı. Kitapların cephane sandıklarına konulması, derin bir heyecan uyandıran görkemli bir semboldü. Askeri savaş kazanılmış, şimdi bilim savaşına girilmişti. Bu iki savaşın Atatürk’ün kişiliğinde birbiriyle kaynaşmasının sembolü işte bu sandıklardı. Atatürk bu kitapları okuduktan sonra, sık sık sofrada bilim adamlarıyla birlikte bu eserleri eleştirirdi. Bu bakımdan onun sofra söyleşileri çok kez birer bilim şöleni niteliğini kazanırdı.
Atatürk sözlüklere çok önem verirdi. Bunlar arasında V.W. Radloff’un 4 ciltlik “Türk Lehçeleri Sözlüğü” (1888-1911) ile E. Pekarskiy’nin yine 4 ciltlik “Yakut Türkçesi Sözlüğü” (1907-1928) başta gelen eserlerdi. Atatürk Yakut Sözlüğüne sık sık bakar ve baktırır, bu lehçedeki kelimeleri eskiliklerinden dolayı esas sayardı. Çuvaşça üzerinde pek durmazdı. Dilcilik alanında çok merak ettiği şeylerden biri yabancı kelimelerin etimolojisi olduğu için, etimoloji sözlüklerinden çoğu sofrasına ve çalışma masasına kadar götürülürdü. Atatürk’ün geniş biyografisini yazacak olanlara bir belge olsun diye, bu sözlüklerin başlıcalarını sayıyorum: A. Walde-J. Pokorny’nin “Hint-Avrupa Dillerinin Etimolojisi Sözlüğü” (3 cilt, 1. bas. 1930-1932), E. Boisacq’ın “Yunan Dili Etimolojisi Sözlüğü” (2. bas. 1923), A. Ernout-A.Meillet’in “Latin Dili Etimoloji Sözlüğü” (1. bas. 1932), O, Bloch’un “Fransız Dili Etimolojisi Sözlüğü” (1. bas. 1934). Başvurulan yabancı sözcükler arasında A. Bailly’nin Yunanca-Fransızca Sözlüğü (11. bas. 1925) ile L. Quicherat-A. Daveluy’nün Latince-Fransızca Sözlüğü (55. bas. 1929). Gerektiği zaman Dil Kurumu kitaplığında bulunan Sümerce, Akkadca, Eski Mısırca, İbranca, Süryanca, Arapça, Farsça, Sanskritçe, Çince, Japonca, Fince, Macarca vb. sözlüklere de bakılırdı. Sümerce sözlükler (Fr. Delitzsch, 1914; A. Deimel, 1930-1937) ellerde çok dolaşırdı. Atatürk Dil Devrimine her şeyden önce kelime hazinesi alanından başladı. 1932-1936 yılları arasında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan eserlerin çoğunlukla sözlük olması, bu gerçeği tanıtlar. İlk iş olarak, Türk dil ve lehçelerinin enginliğini ve zenginliğini ortaya seren Tarama Dergisi (2 cilt, 1933-1934) çıkarıldı; bu eser hazırlanırken 125.988 tarama fişi gelmiş, bunlar elenerek 7500 Osmanlıca kelimeye karşı, eski ve yeni Türk lehçelerinden 30.000 kelime gösterilmiştir. Bu dergideki gereç az sonra düzenlenmiş, kelimeler İstanbul ağzına uygun bir duruma getirilmiş ve bundan Cep Kılavuzu denilen Osmanlıca-Türkçe ve Türkçe-Osmanlıca iki ciltlik küçük bir eser 1935’te ortaya konmuştur. Bu esere son bir şekil verilmeden önce, 1933 yılında 8 Marttan 18 Hazirana değin basında anket açılmış, kurum her gün gazetelerde ortalama 15’er kelimelik 105 liste yayımlamış ve basında bunlara karşılık önerilmiştir. Bu kelimelerden her biri üzerinde Atatürk önemle durmuş ve çoğunu kendi önermiştir. Cep Kılavuzunda 8752 Türkçe karşılık vardır. Bunun 4696’sı herkesin bildiği kelimelerdir; 1735’i, bu kelimelerden Türkçe eklerle türetilmiş yeni şekillerdir; Türkiye dışı Türk lehçelerinden yalnız 415 kelime alınmış, bunlardan da Türk ekleriyle 450 türev yapılmıştır; 583 kelime, Türkçeleşmiş kelime sayılmış, bunlardan da Türkçe eklerle 873 yeni kelime türetilmiştir.
Ayrıca, 1932 -1933 yıllarında hükümetin buyruğuyla yurdumuzun bütün eğitim örgütü seferber edilerek Anadolu ve Trakya Türk ağızlarında kullanılan kelimeler toplanmış, sonra bunlardan Derleme Dergisi (6 cilt, 1936-1957) meydana getirilmiştir. Kurum, gelen 153.504 (mükerrerlerle birlikte: 173.000) fişi eleyerek 35.600 kelimeyi derlemeye almıştır. Yine Türk Dil Kurumu sözlük yayınları serisinden, eski eserlerden taranarak meydana getirilen 19.538 kelimelik Tanıklariyle Tarama Sözlüğünün (şimdiye değin 4 cilt, 1943 -1957) temelleri Atatürk zamanında atılmıştır. Hatta Atatürk bütün Türk lehçelerini içine alacak olan Büyük Türk Sözlüğü için de hazırlık yaptırmış, kurultaylar toplandıkça kurumun genel yazmanları raporlarında sık sık bu iş hakkında bilgi vermişlerdir. Zaten Atatürk, Radloff ve Pekarskiy sözlüklerini, tasarlanan büyük sözlüğe gereç olarak Türkçeye çevirtmek istemişti. 1932’deki birinci kurultayın çizdiği çalışma programında şöyle bir madde vardı: “Türk lehçelerindeki kelimeler derlenerek lehçeler lûgatı tez elden yapılmalıdır.”
1934 kurultayı genel yazmanlık raporunda da şöyle denmiştir: “Türk Lehçeler Lûgati için Radloff esas alınacak, tashih, ikmal, tadil yolunda taranacaktır.”
1936 kurultayı raporunda ise Radloff Sözlüğü tercümesinin başlanmış olduğu söyleniyor, Pasonen’in Çuvaş Sözlüğünün, Verbitskiy’nin Altay-Aladağ Türk Lehçeleri Sözlüğünün, Kumuk ve Balkar lehçeleri sözlüklerinin tercüme edildiği, Pekarskiy’nin Yakut Sözlüğünün de ele alınmış olduğu bildiriliyor, sonra şöyle deniyor: “Bu tercümelerden Türk lehçelerinin lûgatlerine ait olanları hep bir araya getirerek bir Türk Lehçeler Lûgati hazırlamak ve bu yolda yeniden hazırlanan bir program altında tercümelere devam etmek önümüzdeki yılların işi olacaktır.”
Sözlük konusunda, 1934 kurultayı genel yazmanlık raporu Yeni Türkçe Sözlüğünden (yani Türkçe Sözlükten) de söz açmış, bu işin ele alındığını bildirmiştir, ki bunun da gerçeklenmesi 1945’te çıkan Türkçe Sözlükle sağlanmıştır.
Atatürk’ü ilgilendiren ikinci bir konu Türkçe terimler olmuştur. 1932 Temmuzunda Dil Kurumu için çizdiği çalışma kolları planında bir “Lûgat-Istılah” koluna da yer verilmiş olması bunu tanıtlar. Birinci kurultaydan hemen sonra Atatürk’ün başkanlığında toplanan “Umumi Merkez Heyeti”, terim üzerinde yapılacak olan çalışmaları şöyle planlaştırmıştır: “Istılah kısmının işi, bugünkü ilim dilimizde kullanılmakta olan yabancı dillerden alınmış ıstılahlar yerine bütün ilim mefhumları için öz Türkçe ıstılahlar bulup yahut karatıp koymaktır. Istılah kısmı 16 ihtisas bölüğüne ayrılmıştır. Bu ihtisas bölükleri şunlardır: Felsefi ilimler 513 üye), riyazi ilimler (13), hayat ilimleri (135), ruh ilimleri (16), tarih ilimleri (26), cemiyet ilimleri (55), dil ilimleri (32), bediiyat ve güzel sanatlar (26), spor, av, oyunlar (21), askerlik (Harp Akademisi tarafından hazırlanacaktır), hükümet teşkilâtı (17), yollar ve nakil vasıtaları (36), teknoloji ve zanaatlar (37). Bu bölükler önce kendi uzmanlık alanlarında kullanılan terimlerin birer kadrosunu Fransızca ve Osmanlıca üzerine hazırlamış, 1971 sayfa halinde bastırmış, sonra bunların Türkçe karşılıklarını bulmaya koyulmuştur. Kadrolara alınan terimlerin sayısı, ikinci kurultay günlerinde 32.302’yi bulmuş, bundan 168 gramer, 566 matematik, 159 botanik, 859 askerlik 1017 yol ve nakil, yani hepsi 2769 terime Türkçe karşılıklar önerilmişti. Daha sonra, 1936 yılına kadar, ilk ve ortaöğretimde kullanılmakta olan 6075 terime karşılık bulundu; ayrıntıları şunlardır: matematik 778, kozmografya 82, zooloji 828, botanik 441, jeoloji 517, tarih 199, edebiyat 1014, psikoloji ve felsefe 1155, etnografya 323, beden terbiyesi 92, binicilik 146, hükümet terimleri 500.
1936-1937 yıllarında, Terim Merkez Kurulundan çıkan terim listeleri, Kurum Genel Merkez Kurulu üyelerinden ve kurum uzmanlarından başka, Kültür Bakanlığının seçtiği uzmanlarca da görüşülmüş ve bu kuruldan çıkan 8 bilim dalına ait 4062 terim, kurumca ayrı ayrı listeler halinde yayımlanmış, aynı zamanda bakanlığa da sunulmuştur. Bakanlık bunları benimseyerek 1937 yılı sonunda yeniden listeler halinde bastırmış, öğretmenlere dağıtmış ve ders kitaplarına almıştır. Terimleri düzenlenmiş olan bilim kolları şunlardır: matematik, fizik, mekanik, kimya, biyoloji, zeoloji, botanik, jeoloji. Sonra bunlara astronomi de katılmıştır. Atatürk bu terimlerin işlenmesiyle yakından ilgilenmiş, hatta bunlardan birçoğunu kendi önermiştir. Askerlik terimlerinden er, subay, kurmay, albay, yarbay vb. kendi buluşları olduğu gibi, matematik terimlerinden çoğu da onun tarafından önerilmiştir. Örnekleri aşağıda verilecektir.
Atatürk son, yani 1938 yılı Büyük Millet Meclisini açış söylevinde, terim konusu hakkında şöyle demiştir:
“Bu yıl, okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını, kültür, hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.”
Bu, ölümünden 12 gün önce Atatürk’ün milletine verdiği son müjdelerden biridir.
Atatürk sık sık bir Attilâ hikâyesi anlatırdı. Hun-Roma görüşmeleri yapılırken Roma temsilcileri Hunlara sormuşlar: “Roma İmparatoru soylu bir ailedendir. İmparatorunuz Attilâ kimdir, soylu mudur?” Attilâ Romalılara şu cevabı göndermiş: “Ben soylu olmayabilirim, ama büyük ve soylu bir ulusun başbuğuyum.” Atatürk bu sözü daima hatırlar ve ulusuna yönelttiği bütün söylevlerine “Büyük Türk Milleti!” diye başlardı. Türklerin eski, büyük ve soylu bir topluluk olduklarını biliyor ve bunu herkese bildirmek istiyordu.
Türk ulusunun eskiliğini doğrulayan ve Atatürk’ün üzerine derin bir etki bırakan ilk kitaplardan biri -Necip Âsım’ın “Türk Tarihi”nden (1900), Meşrutiyet yıllarında “Türk Yurdu”nda yayımlanan bazı makalelerden, B. Carra de Vaux’nun 1911’deki “Etrusk Dili”nden, Ruşen Eşref’in 1930’da Atatürk’ün buyruğuyla Léon Cahun’den çevirdiği “Fransa’da Ari Dillere Tekaddüm Eden lehçenin Turanî Menşei” ve Sadri Maksudi’nin 1931’deki “Türk Dili İçin” adlı eserinden sonra - İngiliz arkeologlarından Leonard Woolley’nin İngilizce aslı 1927’de, Fransızcaya çevrisi de 1930 Haziranında çıkan “Sümerliler” adlı eseridir. Bunun bir yerinde (s. 14-15) geçen “Sümerliler, etimoloji bakımından olmasa bile, herhalde yapı bakımından Turanlı eski Türkçeye benzeyen, bitişken tipte bir dil konuşurlardı” cümlesi, Atatürk’e bir ipucu vermiş, bu alanda etimoloji de yapılmış ve mesela “Tanrı, gök” anlamına gelen Sümerce dingir ile Türkçedeki tengri, Tanrı kelimeleri karşılaştırılmıştır. Bu arada, Turani ve Ari dillerin karşılıklı bağıntıları ile eskiliklerinden söz açan birçok eserlere de Atatürk’ün dikkati çekilmiştir. Mesela, F. lenormant: “Kaldenin İlkel Dili ve Turanlı Lehçeler” (1875), H. Winkler: “Ural-Altay Dilleri ve Gruplamaları” (1885), A. H. Sayce: “Hititler veya Unutulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi” (1888), A. C. Haddon: “Ulusların Göçü” (1911), A. V. Edlinger: “Türk Dillerinin Hint-Avrupa Dilleriyle Olan Eski Bağıntıları” (1912), F. Hommel: “200 Sümer-Türk Kelimesinin Karşılaştırılması” (1915) vb. Yenilerden de bu kanışa katılanlar olmuş, Amerikalı tarih filozofu Will Durant, 1935’te çıkardığı “Uygarlığın Tarihi” adlı eserinde, uygarlığın beşiği olarak Orta Asya’yı göstermiştir. Sümerlilerin pek eski çağlarda Orta Asya’dan Hint ve Umman Denizine ve Basra Körfezine doğru indikleri, Sint havzasında yapılan Mohence - Daro ve Harappa kazıları raporlarından (1931) belli olmuştu; Sümer ve Sint havzasındaki kalıntılar ortak nitelikler göstermekte idiler.
Bu arada Atatürk’e birçok yenilikler de gösterilmekte idi. 1933 baharında, Rus Yafetidoloji okulunun kurucusu Prof. Nikolay Y. Marr, Ankara’ya gelerek, kelime taşılları üzerine kurulu olan paleolinguistik metodunu, Atatürk’ün huzurunda verdiği bir konferansta açıklamış; Fransız dilcilerinden Hilaire de Barenton, Sümerceyi anadil olarak gösteren “Dillerin Menşei” adlı eserini 1932-1933 yıllarında ortaya koymuş (L’Origine des langues, des religions et des peuples, 2 cilt, 1932-1933; birinci cildin başlığı: Les redicaux primitifs des langues conservés dans le sumérien = Sümercede muhafaza edilmiş, dillerin ilkel kökleri; ikinci cildin başlığı: Les langues, leur dérivation du sumérien = Diller, bunların Sümerceden türeyişi); Amerikalı emekli Albay James Churchward, M.Ö. 12000 yılında Pasifik’te batmış sandığı ve Mu diye adlandırdığı bir karayı ve bundan Türkistan’a ve Amerika’ya sığınan halk topluluklarındaki ortak öğeleri açıklayan “Batan Mu Kıtası” adlı eserini 1934-1935 yıllarında yayımlamış; Meksika’daki işgüderimiz, 1935 baharında Atatürk’ün dikkatini Maya dili üzerine çekmiştir. Bunlardan Albay Chruchward’a göre (The Lost Contient of Mu = Batan Mu Kıtası, 1931 ve devamı olarak daha 4 cilt, 1932-1935), tarihten önceki çağlarda Pasifik’te, Mu denilen ve yüksek bir kültürü olan ana bir kıta vardı. Avrupa ile Amerika arasında bulunan Atlantis kıtasının batmasından 5000 yıl sonra, M.Ö. 12000 tarihlerinde bir kataklizm yüzünden bu kıta da battı. Bir yandan Asya’daki Mayalar, Muların, bu kıtalara sığınmış olan torunlarıdır. Churchward, Mu’nun eski kültürünü, dinini, mitolojisini ve kozmogonisini, bir yandan Uygurların Gobi Çölündeki merkezleri olan Karahoto’da, öbür yandan da Mayaların Meksika’da Yucatan Yarımadasında bıraktıkları kalıntıları incelemiş ve bunları eski Mısır, Sümer, Hitit, Hint ve Çin mitolojisi ve dini ile karşılaştırmak yoluyla yorumlamıştır. 1937’de Atatürk bir fikir edinmek üzere bu 5 cildi 8 gün içinde Türkçeye çevirtmiş (yayımlanmamış Türkçe metin Dil Kurumu kitaplığındadır), fakat eseri okuduktan sonra bu konu ile fazla ilgilenmemiştir.
Son olarak da, 1935 baharında, Avusturyalı dilcilerden H. F. Kvergie´, Türkçeyi, S. Freud’un psikanaliz görüşüne göre açıklayan, ses sembolizmine dayanan ve “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi” adını taşıyan 41 sayfalık yazısını Atatürk’e göndermiştir. Bunların etkisiyle de 1935 güz aylarında “Güneş-Dil Teorisi” ortaya çıkmıştır.
Bu, bir dil felsefesi olup dilcilik dünyası için beklenmedik ve yepyeni bir görüş değildi. 1922’de Almanlardan Ernst Böklen de bir “Ay-Dil Teorisi” ortaya koymuştur. Bu teoriye göre dil (Bernard Marr: Die Sembolik der Lunation, Von der Entstehungsursache des Sprach- und Sagenschatzes der Gesamtmenschheit, 1905 ve Ernst Böklen: Die Entstehung der Sprache im Lichte des Mythos, 1922), bundan 100.000 yıl önce, anlaşma aracı olarak değil, dini bir edim (acte) olarak meydana geliştir.
Başlangıçta dil, ay kültünün anlatım aracı olduğu için, mitolojik bir nitelik taşımıştır. İlk insanlar ayı, değişen safhalarıyla bir ağza benzetmişler, onun konuştuğunu sanmışlar, kendileri de dillerini oynatarak ayın türlü safhalarını taklit etmişlerdir. Yine bu teoriye göre, bu hareketlerden çıkan ilk sesler, ay safhalarının sayısı (28) kadardı, ki bundan da 28 harfli bir alfabe meydana gelmiştir. İlk kelimeler uzun, anlamları karanlık, sesler de karışıktı. Sonra dil dünyevileşmiş, kelimeler kısalarak anlamları belirmiş, sesler de durularak konson + vokal + konson tipinde, ayın üç başlıca safhasını (ilk çeyrek, dolunay, son çeyrek) temsil eden üç sesli ve tek heceli kökler türemiş, ana kelime de om kutsal hecesi olmuştur. Önce “ay” anlamı her şeyi anlatan “tüm anlamlılık” (holosémie) kaynağı iken, zamanla “çok anlamlılık” (polysémie) derecesine sınırlanmış, daha sonra da dar anlamlar ve “tek anlamlılık” (monosémie) esası meydana çıkmıştır. Bu teoriyi 1936 yılı sonunda eleştirmeli olarak özetledimse de Atatürk’e sunmadım. Yazı şimdi Türk Dil Kurumu kitaplığındadır.
Güneş-Dil Teorisinin ortaya konmasında rol oynayan önemli eserlerden biri, şüphesiz Viyana Üniversitesinde Doğu Filolojisi doktorası yapmış olan Hermann F. Kvergié’in (doğ. 1895), 1935 yılı ocak ayında Viyana’da hazırlayıp Atatürk’e göndermiş olduğu “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi” (La Psychologie de quelques éléments des langues turques) adlı yazısıdır. Atatürk, 1935 yılının Şubat-Ağustos aylarında bu yazı ile yakından ilgilenmiş ve onu incelemiştir. Hatta Jesuit papazı Sümerolog Hilaire de Barenton’la birlikte Dr. Kvergié’i de 1936 Türk Dil Kurultayına çağırmış, onlara birer tez okutmuş, ayrıca Dr. Kvergié’in bir süre Ankara’da kalmasını sağlamıştır. Dilcilik alanında Viyana okulu, Friedrich Müller’den beri (1876), geniş davranan, klasik disiplinin dışına çıkan ve dilciliğe antropoloji ve sosyoloji öğeleri de katan bir okul olarak tanınmıştır. Bu gelenek o zamandan beri değişmemiş, Dr. Kvergié de Prof. W. Czermak’ın öğrencisi olarak bu geleneğe göre yetişmiş, dilbilime Sigmund Freud’un psikanalizini de katmış ve dil çözümlemesi için yeni bir yöntem bulduğunu sanmıştır.
Dr. Kvergié’in 41 daktilo sayfası tutan yazısı 55 bölüme ayrılmıştır. Eserin hiçbir yerinde güneşten söz edilmemişse de Güneş-Dil Teorisinin bazı temel kavramlarına burada rastlanabilir. Zaten bu teorisinin esaslarını anlatan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili (Ankara, 1935) adlı eserde (s.7), Dr. Kvergié’in yazısı hakkında şöyle denmektedir:
“Bu sırada Dr. Phil. Orient. H. F. Kvergié’in Psychologie de quelques éléments des langues turques adlı basılmamış kıymetli eserini okuduk. Türk dilindeki süfikslerin gösterici manalarını bulmak için Dr. Kvergié’in bu nazariyesini Türk Dil Kurumunun ekler hakkındaki geniş ve çok misalli çalışmaları sayesinde anlayabildik ve istifade ettik.”
Dr. Kvergié’in bu eseri basılmadı. Kendisi bunun bir suretini bana vermiş olduğu için, bunu birkaç satırla özetlemek ve Atatürk’ün “istifade ettik” dediği bazı noktaları burada kısaca anlatmak istiyorum.
Güneş-Dil Teorisi (s.8-11), ilk insanın iç benliğini (ego) ve dış dünyayı birbirinden kesin olarak ayrı gösteriyor. Buna göre, ilk insan “harici dünyadan gelen levhalar” ve “harici dünyayı temsil eden gösterici işaretlerle” karşı karşıya bulunmuştur. Yine teoriye göre, “insan benliğini, kendini saran harici âlemdeki objeleri tespit fikrine eriştiği zaman anlaşılmıştır.” Dr. Kvergié’in eserinde de aynı konu hakkında şu düşünceler geçiyor (s.2 -4): “Beşeri bir dili konuşmak, bize, dışımızda bulunduğunu sandığımız ruhi hayatla asıl iç benliğimizde geçen olaylar arasında bir alışveriş gibi gelir. Dış dünyayı görür ve onu fizik gücümüz veya düşünce ve psişik dilimizle hâkim oluruz... Manevi hayatımızın, harici dünyadan gelen levhalar veya iç benliğimizde geçen ruhi cereyanlar şeklinde beliren en ince teferruatını ancak dil vasıtasıyla tespit edebiliriz.”
Güneş- Dil Teorisi, Dr. Kvergié’in bu son düşüncesini şu kelimelerle anlatmıştır:
“Fikri hayatın en ince teferruatı, harici dünyadan gelen levhalar veya içimizde doğan ruhi cereyanlar şeklinde tezahür eder. İnsan bunları dil vasıtasıyla tespit etmeye muvaffak olur.” Dil felsefesi alanında, Güneş- Dil Teorisi ile Dr. Kvergié’in görüşleri daha başka noktalarda da birleşiyor. Bunlardan biri, teorinin şu paragrafındadır (s.8): “Dilin fonksiyonu, açlığı bildirmek, kuvveti göstermek, zevk hislerini ifade etmek ve bütün fena hislerden ve hayat tehlikesinden nefsi vikaye etmektir.”
Dr. Kvergié aynı fikri şöyle anlatmıştır (s.4): “Dilin ödevi açlığı bildirmek, güç gösterme, zevk hislerine sahip olma, hoşa gitmeyen hislerden ve hayat tehlikesinden kaçınma isteklerini belirtmektir.” Yine, başka bir ilke olarak teori şöyle diyor (s.11): “İlk insanlar, aralarında türlü jestler yaparak anlaşmak devrinden, gayet basit ve mahdut birkaç manalı söze jestlerini katarak anlaşma devrine geçmiş oluyorlar. Dillerin bugünkü tekâmülünde bile insanlar, tam fikir ve maksatlarını anlatabilmek için sözlerine jestler katmaktadırlar.”
Dr. Kvergié’e göre de insanın ilk dili, gösterme esasına dayanan işaret dili olmuş, “lafzi dil”ler de bu “gösterme esası”nı devam ettirmişler; yalnız, “el işareti” yerine “sözlü işaret” kullanmışlardır. Buna göre, ilk insan gibi, gelişmiş insan da konuşurken kendisini merkez (ego) olarak kabul etmiş, dış dünyayı kendisinden belli şekillerde ve belli ölçülerde uzaklaşan ışınlar, alanlar şeklinde kavramıştır.
Bu esası Türkçeye uygulayan Dr. Kvergié, eklerimizi, konuşanın dış dünyasını meydana getiren ve bunun ince bölüntülerini gösteren alanlar, mesafeler şeklinde göstermeye çalışmıştır. Böyle olunca, tabii olarak her ses (harf) bir yön, mesafe, hareket alanı, dolayısıyla da kavram ve anlam değeri kazanıyor, gösterme, çevre, iyelik hareket, soru, olumsuzluk vb. gibi. Bu ses öğeleri birbirleriyle birleştiği zaman özel anlamlar çıkabilir, bunlar bazen birbirine karşıt durumda da olabilir. Mesela, Dr. Kvergié’e göre m, özü, benliği gösteren bir sestir, men (ben), el-i-im, ben-i-im sözlerinde olduğu gibi, n sesi ise, özün yakınını, “muhatab”ı gösterir, se-n, göz-ü-n gibi. z’nin alanı daha geniştir, bi-z, si-z; s bunun bir değişiğidir, geliyor-s-u-n-u-z örneğinde olduğu gibi. Güneş-Dil Teorisini açıklayan kitabın başında renkli iki levha vardır. Bunlardan birincisinde, 6 özektaş daire gösterilmiş ve ortadaki daire içni “İlk insanın bulunduğu mıntıka; buradan kendisini saran harici âlemdeki objeleri temaşa ve tetkik ediyor”, öbür daireler içinde “harici âlemi teşkil eden objeler” denmiştir. İkinci levha ise, “İnsan harici âlemdeki objelerin farklarını ve her birinin bulunduğu sahayı, bu sahaların birbirleriyle ve kendi ile olan münasebetlerini gösterebilecek gayreti neticesinde türlü vokalleri ve konsonları icat ediyor” şeklinde açıklanmıştır. Yine teoriyi açıklayan kitap, “Eklerin Rolleri” bölümünde, “objeler veya düşünceler, süjeye nazaran, yakın, uzak başka başka sahalarda bulunabilirler” dedikten sonra, bu sahaları birbirinden şöyle ayırıyor (s.33-35): m, en yakın sahayı, mülkiyeti ve belirme sahasını gösterir, p-b, v-f, ğ-y de bu sahadadır; n, kendine bitişik olan mahdut sahayı gösterir, z, oldukça geniş bir sahadır, s ile ş de bu sahanın içindedir; ç, c, j, esas olarak z sahasında ş, s gibidir, fakat süje ve objeyi gösteren konsonlar yerine de geçebilir; L, en uzak mıntıkalara kadar, her sahadaki objeleri ve hareketleri uzağı, büyüğü, belli olmayanı, enginliği, genişliği gösterir; t/d, çok kuvvetli yapıcı ve yaptırıcı, hâkim bir unsurdur; k, her türlü obje ve düşünceyi tamamlar, manayı tayin eder; r, yakın, belirli bir sahayı ve o sahadaki hareketi gösterir, istenilen şeyin olduğunu ifade eder. Vokallerden a, e, ı, i yakın hatlara, o, ö, u, ü ise uzak hatlara işaret eder.
Bunlar teorinin kullandığı kelimelerle anlatılan sözlerdir. Dr. Kvergié, ben, sen, şu, ol zamirlerine ve işaret edatlarına dayanarak, “b, yakını, s/ş uzağı, L (§ 21) daha uzağı gösterir” dedikten sonra, r, s, d/t’nin “saha ve uzaklık derecesi”ni belirtmeye yaradığını, L’nin geneli, uzağı, genişi, katmerliyi ve sınırsızı” gösterdiğini, t’nin “yapıcı ve yaptırıcı (§ 44) olduğunu, r’nin (§ 50) “bitmişi, erişilmişi, tamamlanmışı, istenilen şeyin yapılmış olduğunu” anlattığını, k’nin “bağ kurma ve belirtme” öğesi olduğunu, vokallerden (§ 28, 29), a, e, i’nin “yakın olana”, o, u, ö, ü’nün de “uzakta bulunana” işaret ettiğini birer birer açıklamıştır.
Güneş-Dil Teorisinin meydana gelişinde Dr. Kvergié’in oynadığı rol bundan ibarettir.
Atatürk, Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın “Tarih-Öncesinde İnsanlık” (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş, İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş, onun “Irklar ve Tarih” (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün, Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:
Tarih öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı. Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. Çok kere uygarlıkla ırk arasında sıkı bir bağ bulunuyor, ırkı da bıraktığı iskeletlerden ve özellikle kafataslarından tanıyabiliyoruz. Mesela Akdeniz çevresinde yapılan bir kazı, alt tabakada uzunkafalı bir ırkın bulunduğunu, bunun da ancak “çamur ve balçık uygarlığı” içinde yaşanış olduğunu gösteriyor. Üst tabakaya çıkıldığında, maden uygarlığının izlerine raslanıyor; aynı tabakadaki kafatasları incelendiği zaman da bunların yuvarlak kafalı olduğu ortaya çıkıyor. Demek oluyor ki, üstün uygarlığı, yuvarlak kafalı bir ırk getirmiştir. Yuvarlak kafalı, yani dağlı Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler, bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. Bu konularda Atatürk’ün görüşü kısaca bu olmuştur. O, “Bütün ırklar Türk ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda bulunmamıştır. Atatürk, eski Türk kültür kelimelerinden birinin yal- kökü olduğuna inanıyordu. Bu kanışını 1936 Türk Dil Kurultayına gelen yabancı dilcilere kurultaydan önce Dolmabahçe Sarayında verdiği bir çay toplantısı sırasında açıkladı ve savundu. Yal-yıl- (mesela, Uygur Türkçesinde yaltırık=ışık, Karahanlı Türkçesinde yalduruk=parlak, ayrıca yaldız, yıldız, yıldırım vb.) Türkçede ışığı, parlaklığı anlatan bir köktü; Macarcada vil- “ışık” demekti; Hint-Avrupa dillerinde de, électriquen’in kökü olan ulek (Sanskritçe ulka=parlak cisim, Yunanca êlêktôr parlak cisim, güneş, êlektron=altın ve gümüş karışımı, altın parlaklığı, kehlibar) “parlaklık” anlamını veriyordu; Hint-Avrupa ailesinde bu kökten ancak, dört beş kelime türemişti, oysa ki Türkçede yal-/yıl- kökünden olma yüze yakın kelime vardı. Atatürk aynı yaltırık kelimesini kurultayda okuttuğu tezde de (Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936. Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1937, s.219-220) ele almış ve teoriye göre açıklamasını yapmıştır. “Güneş-Dil Teorisi’nin Analiz Metodu Tatbikatı” başlığını taşıyan bu tez tamamıyla Atatürk tarafından yazılmış, 27 Ağustos 1936 perşembe günü kurultayda, ad verilmeden, İsmail Müştak Mayakon tarafından okunmuştur.
1937 Eylülünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır. Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T.J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık. Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki”, dedi Atatürk, “Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.”
İsveçli profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı: “Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık tabii geriler.”
Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar. O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı Antropolog Hrdliˇcka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. Kafatası, Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül kalıntıları görünüyordu.
Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve “günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Orada, Aşkabad dolayındaki eski Anau kültüründen (M.Ö. dokuzuncu bin yıl), hattâ Cilalıtaş çağından çok önce, Yontmataş çağının alt tabakalarında, Orta Asya halkının atalarına ait, gözle görülür, elle tutulur ve 150.000 yıllık bir eskiliği olan kafatasları, ateş kalıntıları ve uygarlık aletleri vardı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi kazanmıştı.
Türkçenin eski bir kültür dili olduğuna inanan Atatürk, bu dilin birçok nedenlerden dolayı bin yıldan beri işlenmemiş olduğunu da biliyordu. Bu açığı kapatmak, Türk dilini yine işlenmiş ve işlek bir kültür dili durumuna getirmek için de Türk Dil Kurumunu kurmuş, Türk dilinin yapı kurallarına uygun olarak Türkçe köklerden yine Türk ekleriyle yeni kelimeler türetmiş ve dilimizin çeşnisini büyük ölçüde özleştirmiştir. Bu arada matematik terimleri üzerinde de önemle durmuş, hatta 1936 -1937 kış aylarında Dolmabahçe Sarayına çekilerek, geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak üzere küçük bir geometri kitabı yazmıştır. Yazdığı eser de yazar adı gösterilmeden, 1937’de İstanbul Devlet Basımevinde Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Bu eseri yazarken göz önünde bulundurmak istediği Fransızca kitapları Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman’la birlikte Beyoğlu’ndaki kitabevlerinden seçerek aldık ve saraya götürdük. Atatürk okullarda kullanılmakta olan geometri kitaplarını da incelemiş ve bu arada Hasan Fehmi Hocanın bir kitabında dik paralelyüz (parallélepeipède droit) şeklinde örnek olarak aynalı dolabın verildiğini görünce hocayı saraya çağırmış ve Türkiye’de kaç köy çocuğunun aynalı dolabı bildiğini bir eğitim sorunu olarak güler yüzle sormuştur. Hoca ile tatlı bir söyleşiden sonra, “aynalı dolap” silinmiş yerine “kibrit kutusu” konmuştur.
Atatürk’ün “Geometri” adını taşıyan 48 sayfalık kitabında bütün terimler Atatürk tarafından bulunarak konmuştur; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, yay, kiriş, çember, teğet, açı, taban, eğik, yatay, düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yamuk, eşit, çarpı, bölü, oran, orantı, alan, varsayı, artı, eksi, kesit, türev, konum, gerekçe, yöndeş vb.
Bunlardan, mesela açı’ya biz eskiden “zaviye” derdik; açıortay’a “munassıf”, geniş açı’ya (zaviye-i münferice”, açı uzaklığı’na “bud-ü müzevva”, iç tersaçılar’a da “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”. Eğitim ilkelerine göre, bir kavramı anlayabilmek için çocukta zihnin açık bulunması gerekir. Yukarıda anılan yabancı asıllı ve yabancı kurallı kelimeler tam tersine olarak, çocuğun zihnini tıkıyordu. İşte Atatürk’ün önderliğiyle ulusal dil kaynağından türetilmiş bu yeni terimler, zihni çelen ve tıkayan binlerce yabancı asıllı terimleri silmiş süpürmüş, zihinleri açmıştır.
Atatürk’ün de amacı zaten bu idi: Ulusal dilin benliğini ortaya çıkarmak, onunla övünmek, onu işlemek, anlamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak.
Atatürk ve Türk Dili, TDK Yayınları, 1963, s. 41-52

ATATÜRK'ÜN VASİYETİ ve TDK

ATATÜRK'ÜN "VASİYETNAMESİ"
"Dolmabahçe: 5-9- 1938
Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya'daki menkul ve gayri menkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisine atideki şartlarla, terk ve vasiyet ediyorum:
1) Mevkut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2) Her seneki nemadan, bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe Makbule'ye ayda 1000, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki gibi 100'er lira verilecektir.
3) Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4) Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5) İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6) Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir. K. Atatürk"
ATATÜRK'ÜN KURUMU TÜZELKİŞİLİĞİNE KAVUŞMALIDIR!
Türkçenin, bütün bilim, sanat ve teknik kavramlarını karşılayacak denli varsıl bir dil olduğu, bir başka deyişle görkemli bir bilim ve sanat dili olduğu Dil Devrimiyle başlayan süreçte ortaya çıkmıştır. Atatürk'ün başlattığı Dil Devrimiyle beklentisi de buydu; bunun doğru bir eylem olduğunu ise bilimci ve sanatçıların pırıl pırıl Türkçeyle yazdıkları ürünleri kanıtlamıştır.
Eleştirilen, yasaklanan, horlanan sözcükleri, 2000’lerin Türkiyesinde her kesimin kullanması da devrimin ve Türkçenin gücünün başka bir kanıtıdır. Türkçe doğru kullanıldığında her ağza yakışmakta, devrim süreci akışını doğal olarak sürdürmektedir.
Atatürk'ün kurumun kapatılmasından sonra dil kullanımında görülen özensizlik, yazım birliğinin bozulmasıyla doğan kargaşa, yazık ki genç kuşakların dil bilincini yaralamaktadır. Daha doğrusu ulusun dil bilinci amaçlı olarak yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasasının 134. maddesi ve buna dayanılarak çıkarılan ve ATATÜRK'ÜN KALITINI yok sayan yasadan kaynaklanan kargaşa, hukukun üstünlüğü ile çözülebilir. 1983 yazından bu yana geçen zaman, bugün Türkçenin içine itildiği bütün sıkıntılar, Dil Devrimini savunanları doğrulamıştır. Keşke yanılmış olsaydık da Türkçe yeniden yabancı dillerin ve yayılmacıların saldırısıyla yüz yüze kalmasaydı. Keşke yalancı çıksaydık da ulusal kimliğimiz olan dilimiz, bugünkü kirlenme sürecine girmeseydi.
Türkçe; dünya görüşü, kökeni, dini ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak iletişim aracıdır. Laik cumhuriyetimizin yurttaşlarının birbirini daha iyi anlaması, düşünce özgürlüğünün kurumlaşması için Atatürk'ün açtığı yolda yürümek de çok onurlu, kesinlikle vazgeçilemez görevimizdir.
Bu nedenle TBMM'deki siyasi partileri, özellikle CHP'yi, bütün kitle örgütlerini, Türk Devrimine emek veren bütün aydınları, ATATÜRK'ÜN KALITININ VE KURUMLARININ ESKİ YAPISINA KAVUŞMASI için DİL DERNEĞİ'NİN bilimsel ve hukuksal savaşımına omuz vermeye çağırıyoruz!

MUSTAFA KEMAL VE TÜRKÇE

MUSTAFA KEMAL VE TÜRKÇE
Osmanlı aydınları arasında, konuşma ve yazı dilleri arasındaki kopukluğun giderilmesi, Osmanlıcanın yalınlaştırılması gerektiği tartışmalarının yaygınlaştığı yıllarda öğrenimini sürdüren Mustafa Kemal, daha askeri ortaokul öğrencisiyken bu sorunla yakından ilgilenmeye başlamıştı. O yıllarda Selanik’te yayımlanmakta olan Çocuklara Rehber adlı dergi, erkek ve kız çocukları bilgiyle donatmaya ve onların güzel ahlaklı birey olmalarına yardım etmeye yönelmişti. Bunun yanında “terkip”siz bir dil kullanmaya da özen gösteren dergide Serezli Öğretmen Sadi, okul çocukları için yalın Türkçe ile yazılmış örnekler veriyor, bununla güttüğü amacı şöyle açıklıyordu.
Öz Türkçe akımının öncülerinden sayılması gereken Çocuklara Rehber dergisi, öğrenciler için fen bilimlerine ve özellikle matematiğe ilişkin sorular, bilmeceler de düzenlemekte, bunlara doğru yanıt verenlerin adlarını da sonraki sayılarında yayımlamaktaydı. Ali Ulvi Elöve’nin incelemelerine göre derginin 22 Mayıs ve 12 Teşrinisani 1313 (3 Haziran ve 24 Kasım 1897) günlü sayılarında, matematik sorularını çözenler arasında, askeri rüştiye son sınıf öğrencilerinden Mustafa Kemal de bulunmaktaydı.[1] Bu da Mustafa Kemal’in söz konusu derginin okuyucularından olduğunu ve o yıllardan başlayarak Türkçecilik akımını izlediğini göstermektedir.
İkinci Meşrutiyet döneminde dil tartışmaları daha büyük boyutlar kazanırken okuduğu kitapların etkisiyle Mustafa Kemal’in ilgisi artık bir dil bilincine dönüşmüştü. Özellikle 1870’te yayımladığı Les Turcs anciens et modernes adlı kitabıyla Türk tarihinin ve uygarlığının çok eskilere dayandığını gösteren Mustafa Celalettin’den sonra Necip Asım’ın araştırmaları, Mustafa Kemal’in Türkçenin geliştirilmesi için izlenmesi gereken yöntemi belirlemesinde etken olmuştu. Buna ilişkin ilk işareti de Birinci Dünya Savaşı yıllarında vermişti. XVI. Kolordu Komutanı olarak Silvan’da bulunurken iki ünlü Türk şairinin kitaplarını okuduktan sonra 10 Aralık 1916’da anı defterine şunları yazmıştı;
“Yemekten evvel Emin Beyin (Yurdakul) Türkçe Şiirler’iyle Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinden aynı zeminde bazı parçalar okuyarak bir mukayese yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça kelimat var. Fark, biri parmak hesabı (hece vezni), diğeri değil.”
Dilde sadeleşmeyi, yalnızca Türkçenin Arapça, Farsça kurallardan değil, o dillerin sözcüklerinden de arındırılması olarak değerlendiren Atatürk’te 1916’da oluşan bu görüş, devrimin dilde de tamamlanması aşamasına gelindiğinde, Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Dili İçin adlı yapıtına yazdığı beğencede (2 Eylül 1930) artık bir ilke niteliğini kazanmıştı;
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

29 Ekim 2009 Perşembe

İkiye bölünmüş Türkçe II: Tasfiyecilik.

İkiye bölünmüş Türkçe II: Tasfiyecilik.
Gaye bin yıldır halk diline kadar girmiş, bazısı mânevî mânâlar da taşıyan sözcükleri tasfiye etmek, 'eski Türkçe'ye 'Osmanlıca' diyerek bizi târihimize, atalarımıza yabancılaştırmak, Türk Dünyası'nın o zamana dek mevcut olan ortak Türkçe'sini, ortak edebiyatımızı bertaraf etmek değildi. Ama 1950'ler ve sonrası, bilim/tekniği (kök) Türkçe'yle yapma gayesinden uzaklaşıldığı gibi, mevcut eski Türkçe kelimelerin, halk diline ve edebiyatımıza iyice yerleşmiş olanlarının bile tasfiyesi yoluna gidildi. Oluşan boşluğa vaktiyle 'Anglomanlıca' adını taktığım İngilizce bozuntusu, 'Tarzanca' sözcükler hücum etti. Bunlar halk diline, edebiyat, basın-yayın diline sokulmak istendi. Ne eski Türkçe, ne Türkçe! Yerine 'Anglomanlıca'. Bilim/teknik/tıp dilinde de aynı tutum sergilendi; eski Türkçe mevcut terimlerden vazgeçildiği gibi, kök Türkçe'den terim türetme yerine 'Tarzanca' ile eğitimle derinden desteklenen yabancı, 'Anglomanlıca', terimler salatası yeğlendi.Tarih ve edebiyatımıza bağlı olan dilcilerimiz, edebiyatçılarımız, halk ve edebiyat dilinin mâruz kaldığı tasfiyeciliğe karşı çıktılar. Ama üç hataya düştüler:1) O sıralarda başlamış olan sahte sağ-sahte sol bölünmesinin etkisinde kalarak tasfiyeciliği dil konusunda yapılan bir yanlışlık olarak telâkki etmek yerine, bunu 'solculuk' (yâni o dönemin dış kaynaklı anlayışıyla 'komünistlik'!) saydılar.2) Tasfiyecilik konusunda gösterdikleri hassasiyeti, dilimize batırılmakta olan yabancı, 'Tarzanca' (Anglomanlıca) lâflara karşı göstermediler. [Bunun izâhı ne olabilir dersiniz? Herhalde 'aslan Amerika' nüfuzuyla gelen İngilizce bozuntusu kelimeleri kucaklamak 'komünistliğe' karşı durmak mânâsına alınacaktı. Şuur altında bile olsa, bu tavırda olanların 'sağcı'lığının milliyetçilikle (kültür ve dil anlamında tabii) bir alâkası kalmadığı sonucuna varılabilirdi.] 3) Tasfiyeci 'sol' kesime muhafazakâr kesimin tepkisi hedefini aşıp kök Türkçe'nin tümüne, bu arada kök Türkçe'den türetilen bilim/teknik terimlerine de taştı. Bu kesimden bazı (maalesef kilit noktalara getirilen) kimseler, (herhalde 'Azmanistan'a hizmet etmeyi 'anti-komünistlik' saydıklarından olacak), yabancı dille, 'Tarzanca' ile eğitimin Türkiye'ye yerleştirilmesi için cân-ı gönülden çalıştıkları gibi, buna koşut olarak kök Türkçe bilim/teknik dilinin gelişmesine de karşı durup İngilizce yabancı terimlerin Türkçe'ye bulaşmasına yardımcı oldular.'ÖZ TÜRKÇE' DERKEN?Kök Türkçe'den sözcükler türetmekte faal olanların haylisi, bunu âdetâ eski Türkçe'yi yok etmek için kullanıyorlardı; ama bilhassa ilerleyen yıllarda 'Tarzanca' istilâsına karşı çalışanlar azdı. [Bu meâlde çok değerli büyük gökbilimcimiz Prof. Abdullah Kızılırmak'ı (Bkz. A.K., 'Gökbilim Terimleri Sözlüğü' ((eski) Türk Dil Kurumu yayını, Ankara, 1969); ayrıca çıkardığı 'Fen Dergisi'nin ciltleri) rahmet ve şükranla anmayı borç bilirim. Kendisi, 1980 ihtilâli akabinde YÖK'ün kurdurulmasıyla birlikte dünya çapındaki rasathanesinden, yetiştirmekte olduğu doktora öğrencilerinden (Ege Evrenkenti'nden) uzaklaştırılarak, köyüne çekilmek zorunda bırakıldı. Orada kahrından 50 küsur yaşında vefat etti.] Basın-yayındaki 'Öz Türkçeci'lerin (tasfiyecilik ağırlıklı olanlarının) çoğu sonradan eski Türkçe'si de, kök Türkçe'si de var ve kullanılmakta olan sözcükler yerine bol bol 'Tarzanca'larını kullanmayı mârifet edindiler ( örn.: 'ayrıntı' veya 'teferruat' yerine şu âdi 'detay' lâfı. Başka pek çok örnek için lütfen 'Bye Bye Türkçe' kitabımıza bakınız). Üstelik dili yok edici en büyük tehlike olan yabancı dille eğitime karşı durmak bir yana, bizim daha 1953'te başlayan ve yıllarca tek başımıza sürdürdüğümüz mücadeleye de, 'sahte sağcı'larla bu konuda pek güzel anlaşarak mâni olmaya çalışıyorlardı. Zâten sağdan da, soldan da kimin sahte, kimin gerçekten millîci, kimin gerçekten 'emperyalizme karşı solcu' olduğunu, yabancı dille eğitim konusunu turnosol kâğıdı gibi sürerek hemen anlıyorduk. Bu 'deney' sonuçları sonradan da hep doğrulandı. (Örneğin yıllar sonra 1995-2001 arası yabancılara topraklarımızın teslim edilmesi yasalarına hep birlikte sessizce imza basanlara bakın.]Şimdilerde de eski sağdan da, eski soldan da (veya 'dindar' kesimden) olanların bazıları 'Tarzanca' kelimeler kullanarak kendilerini (duruma, kesime göre) 'Avrupacı' (ne alâkası varsa), 'küreselci', 'çağdaş', ya da 'ilerici' göstermeye çalışıyorlar. (Ama temelde, zayıflayan ulusal bilinç ve de aşağılık duygusu yatıyor.) SONUÇTA:Yıllar önce dediğimiz gibi (Bkz. 'Bye Bye Türkçe kitabımız); ' 'Kelime' mi, 'sözcük mü' derken İngiliz atını alan Üsküdar'ı geçiyordu.' Ama çok şükür uzun yıllar boyu mücadelemizden sonra halkımızdan, gençlerimizden, öğretmenlerimizden pek çoğunun bilinçlerinin bilenmesiyle yaban atı artık 'Üsküdar'ı geçemiyor, geçemiyecek. Gerçi 1960-1980 arası 'ara nesil'den bazı saplantılıların 'Osmanlıca', 'Öz Türkçe' ikilemi, azalarak ta olsa, devam ediyor; Türkçe'nin ikiye bölünüşü marazı geçmiş değil. Bunun tedâvisi, çâresi, bir sonraki yazımızın konusunu teşkil edecek.

Prof.Oktay SİNANOĞLU

İkiye Bölünmüş Türkçe'ye Çare ve İleri İlkeler.

İkiye Bölünmüş Türkçe'ye Çare ve İleri İlkeler.
Geçen iki yazımızda sayısı hayli kabarık dilcilerimizin, bazı edebiyatçılarımızın, hattâ Türkçe-severlerimizin, 1950'lerden itibâren, nasıl ikiye bölündüklerini, Türkçe'nin meselelerini, başka hiçbir ülkede ve dilde görülmedik biçimde, dışarıdan üretilmiş 'sahte sağ' ve 'sahte sol' çatışmalarıyla karıştırdıklarını yazmıştık. Durum öyle bir hâle gelmişti ki, zâtın biri konuşurken 'kelime' dese kendisine 'faşist', 'sözcük' dese 'komünist' yaftası yapıştırılıyordu. Dolayısıyla ne diyeceğini şaşıranlar da çoktu. Mantığı rafa kaldıran ipe sapa gelmez bağnazlıklar, saplantılar, milletin her şeyine olduğu gibi Türkçe'ye de zarar veriyordu.Ama iki taraf saplantılılarının bir kısmı, daha kötüsü, dışarıya hizmet etmeyi kendine şiâr edinmiş maskeli takımının tümü bir konuda iyi anlaşıyorlardı: Türkçe'yi millî eğitimin, bilimin dili olmaktan men etmek, yerine 'Tarzanca' ile sömürge eğitimi koymak; hem de, 'Eski Türkçe', 'Kök Türkçe' şeklinde ikiye bölünmüş Türkçe'nin hiçbir biçimine aslında hassasiyet göstermeyip dilimizi, ona batırılan, yırtık pırtık eden, 'Anglomanlıca', 'Tarzanca' dediğim İngilizce bozuntusu yabancı sözcük dikenleriyle doldurmak. 'Bye Bye Türkçe' (Otopsi Yayınevi, İst., 20.Baskı Mayıs 2005) kitabımızda etraflıca ve tarihî misâllerle anlattığımız üzere, dili de ikiye bölüp yok etmek (dolayısıyla Türk ülkesi ve ulusunu târihe gömmek) tezgâhının sömürgeci dış düşmanlarımız (ve dâhilî bedhahların işbirliğiyle) başlatılmış olup hâlen de desteklendiğini artık herkes idrak edebilmeli (çok şükür idrak edenler de çoğalıyor). Ancak işin kökeni anlaşılıp, özellikle dilcilerimizin, edebiyatçılarımızın, basın-yayın mensuplarının aralarındaeski saplantılardan kurtulmamışlar veya olayın mâhiyetini fark etmeyip sâfiyâne Türkçe'ye istemeyerek zarar verenler varsa, onların da artık Türkçe'nin bütünü etrafında birleşmeleri, Türkçe'nin karşısındaki hakikî tehlikelere karşı hep beraber mücadeleye katılmaları gerekiyor. Türkçe'nin Batı dillerinin (tabii şimdi özellikle günün büyük sömürgecisinin dünya köleleri için revâ gördüğü dil bozuntusunun) hâkimiyeti altında ezilip yok olmaması için yapmamız gerekenlerin bazılarını, zaman zaman yıllar öncesinden beriki bazı yazı ve kitaplarımızda belirttik.Şimdi çareleri, mücadele unsurlarını toparlayıp ilerisi için Türkçe konusundaki ilkelerimizi sıralayalım:1. Eski aydın diliyle, halk diliyle, târihî ve günümüz Avrasya lehçeleri ile Türkçe bir bütündür. Tümüyle kullanılmalı, öğretilmelidir. Türkçe'nin bütünü etrafında tüm aydınlarımız birleşmeli, Türkçe, târihimizle geleceğimiz arasında, hem de Avrasya coğrafyasındaki Türk halkları arasında yeniden köprü olmalıdır. Dolayısıyla:2. Türkçe'nin bölünmesine ve tasfiyeciliğe hayır, zenginleştirmeye evet.3. Kavramların 'eski', 'yeni' Türkçe karşılıkları dururken, 'Anglomanlıca', 'Tarzanca' lâflar kullanmayacağız. Örneğin, 'teferruat' ve 'ayrıntı' dururken 'detay' deme züppeliği de ne oluyormuş?4. Yeni kavramlara karşılıklar, binlerce yıllık ve halk diliyle de bağdaşık olan 'Kök Türkçe'nin matematik gibi terim türetme kurallarıyla karşılanacak; bu kuralları okullarda herkes iyi öğrenecek. [Burada önemli bir yöntem meselesi şu: 'Kavram'ları Türkçe'de başka türlü (ve çoğu kez Batı dillerinden daha uygun ve güzel) ifâde ederiz. Batı dili bir kelimeyi Latince vb. tesâdüfen gelmiş kökeninden harfiyen tercüme olmaz; kavrama Türkçe yeni karşılık bulmalıyız. (Meselâ, 'üniversite' lâfının eski kökenini değil kavramı çevirerek, vaktiyle 'evrenkent' sözcüğünü türettik, 'evrensel bilgilerin üretildiği ve öğretildiği yer' anlamına.)] Ancak:5. Bin yıldır kullandığımız, bazılarını Arapça, Farsça köklerden Türklerin türettiği [özelikle İngilizce ve Fransızca'da Latince, eski Yunanca'dan (Grekçe) türetme yapıldığı gibi, o devir Türkçe'sinde de çok uluslu bir büyük devlet (Batı anlamında, tarzında 'imparatorluk' dememeliyiz) olmanın icâbı], çoğu halk diline kadar girmiş 'Eski Türkçe' sözcükleri tasfiye etmemeli, onları da kullanmalı ve öğretmeliyiz ki geçmişimizle, atalarımızla, edebiyatımızla bağımız kopmasın.6. Eşanlamlılar hakkında ilke: Her dilde eşanlamlı gibi başlayan kelimeler zamanla anlam kaymasına uğrar; her biri biraz değişik anlama gelmeye başlar. Bu dili zenginleştirir. (Lâf, söz; kelime, sözcük; bilim, ilim ikililerindeki gibi.) Ayrıca her kelimenin üstünde târih ve kültür birikimini yansıtan bir 'çağrışım bulutu' vardır. Tüm bu sebeplerden 'Eski Türkçe', 'Kök Türkçe' tüm sözcükleri korumalı ve kullanmalıyız. Bir de şu misâle bakın: Türkçe'de 'münakaşa', 'müzakere', 'münâzara' birbirine yakın ama önemli değişik anlamlara gelir. Bunları atıp (tasfiye edip), yerine sâdece, kendisi de çok güzel bir 'Kök Türkçe' sözcük olan 'tartışma'yı koyarsanız dili fakirleştirir, yaratılan boşluğa 'Tarzanca' kelimeler dolmasına yol açarsınız.7. Eski, yeni her türlü güzel Türkçe'si dururken İngilizce bozuntusu bir lâf paralamanın kökeninde yabancı dille (genelde şimdi 'Tarzanca') eğitim yatıyor. Bu sömürge, bu misyoner okulu türü eğitim çocuklara aşağılık duygusu aşılarken, bir yandan da düşünme kabiliyetini köreltmekte, ulusal bilinci de yıpratmaktadır.8. Garip İngilizcemsi dükkân, işyeri, şirket, renkli, allı pullu, 'magazin' türü dergi/mecmua adları salgınının da kökünde aynı aşağılık duygusunu, sömürge ruhunu, ve tabii yabancı dille eğitimi bulabilirsiniz. İlkemiz, 'yabancı dille eğitime hayır, mesleğe göre gerekebilecek yabancı dilleri ayrıca, yabancı dil derslerinde, yabancı dil öğretme uzmanı öğretmenlerle öğretmeye evet' olacaktır. [Atatürk'ün 'millî eğitim' ilkesi de bu idi.] 9. Her düzeyden okullarımızda 'Eski Türkçe', 'Kök Türkçe' hepsi çok iyi öğretilecek, son on yıl öncesine kadar olduğu gibi binlerce yıllık edebiyatımızın tümü okutulacak. Gençler, 40-50 yıl önceki bir yazıyı anlamakta zorluk çekmeyecek (hattâ daha öncekileri). Nerede görülmüş? Atatürk'ün 'Büyük Nutuk'unu bile 'sâdeleştiriyoruz' bahanesiyle tercüme edip anlamını bile kasden değiştiriyor; üstelik ruhunu, üslûbunu, gücünü yok ediyorlar. Peyâmi Safâ'nın sâde dille yazılmış nefis '9. Hâriciye Koğuşu'nu bile 'güncel Türkçe'ye tercüme' edip geçenlerde bastılar. Daha önce de 'Türk okulları(!)' için o güzel Türkçeli Ömer Seyfettin hikâyelerinin, üstelik, 'Tarzanca'larını çıkardılar. Görülüyor ki tüm bu kepazelikler, ahmaklıktan değil, Batı planına göre Türkçe'nin, kimliğiyle, târihiyle Türk milletinin yok edilmesi için tezgâhlanmaktadır. Bunlar kesinlikle engellenecek. Herkes, yazar nasıl yazdıysa aynen öylesini okuyup anlayacak. Yoksa, zâten ne edebiyat kalır, ne yazar.

Prof.Oktay SİNANOĞLU

TÜRKÇENİN ANADİL OLARAK DÜNYADAKİ YERİ

Sovyetler Birliği'nde, Ağustos 1991'deki başarısız darbe girişimini izleyen aylarda, bu devleti oluşturan cumhuriyetler sırayla bağımsızlıklarını elde edince gözlerimiz öncelikle Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri'ne çevrildi. Çünkü, artık bu ülkelerle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ilişki kurarken söz konusu olan sınırlamalar büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bu nedenledir ki, bazı genel pürüzler nedeniyle doğan gecikmeler hesaba katılmazsa, artık düzenli olarak Türk Cumhuriyetleri'nin Devlet Başkanları, Başbakanları ve hükümet temsilcileri biraraya geliyor ve çeşitli alanlarda işbirliği olanakları yaratmaya çalışıyor, en azından ilişkileri geliştiriyorlar. Buna ek olarak da düzenli aralıklarla dil kongreleri düzenlenmeye başlanmış bulunmaktadır. Bu kongrelerde ana amaç, öncelikle bir ortak alfebenin en kısa zamanda oluşturulması, Türkçenin bütün lehçelerini kapsayan geniş bir Türkçe sözlüğün hazırlanması, ortak bir dil oluşturulması için gerekli altyapı koşullarının incelenmesi ve bunların oluşturulması olarak özetlenebilir. Bu yazıda, Türkçenin çeşitli lehçe ve şiveleri ile bunları 'anadil' olarak konuşan Türk devletleri, özerk cumhuriyetleri ve toplulukları konu edilecek, ayrıca bu lehçe ve şivelerin yaklaşık kaç kişi tarafından konuşulduğuna, bu toplulukların ağırlıklı olarak nerelerde yaşadıklarına yer verilecektir.
Türkçenin lehçeleri ve yayıldıkları coğrafya Burada, (biri dışında) tüm Türk topluluklarının kendi dillerini yani Türkçenin lehçelerini ve şivelerini anadil olarak konuştukları kabulu kesinlikle yanlış olmayacaktır. İkinci dil olarak ise, geçmişte veya günümüzde de bağımlı bulundukları devletlerin resmi dilini konuşmaktadırlar. Bunlar içinden en önemlileri Rusça, Çince, Farsça, Bulgarca ve Ukraynaca'dır. Kuşkusuz bu dillere ayrıca Arapça, Yunanca ile 1960'dan sonra Türklerin isçi olarak yabancı ülkere göçü sonucu öğrendikleri diller olan Almanca, Hollandaca Fransizca ve İngilizce de eklenebilir.
Anadolu Türkçesi Anadolu Türkçesi, Türk dilleri içinde Oğuz dilleri grubunda yer alır. Toplam nüfusları 60 milyona yaklaşan ve Anadolu, Trakya, Kuzey Kıbrıs'ta (Kıbrıs'taki Türk nüfusu yaklaşık 140 bindir) yaşayan Anadolu Türkleri tarafından konuşulan bu dil, Türk lehçeleri arasında en büyük grubu oluşturur. Ayrıca bu lehçe, şu Türk azınlıklarının da ana dilini oluşturmaktadır:
Türk Azınlıklar Nüfus Bulgaristan Türk azınlığı 750.000 Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) 140.000 Makedonya Türk azınlığı 66.000 İrak Türkmenleri 300.000 Başta Almanya (1.920.000) olmak üzere Hollanda (250.000)Fransa (240.000) Belçika (85.000) İngiltere (65.000) ve Danimarka'ya (37.000)1960'li yılların başından itibaren göç etmiş Türkler 2.600.000
Azeri TürkçesiAnadolu Türkçesine yakınlığı ile bilinen Azeri Türkçesi de Oğuz dil grubundadır. 'Azeri Türkleri'nin toplam nüfusu yaklaşık 23 milyon kadardır ve Azerilerin ancak 6,5 milyon kadarı Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşarken yaklaşık 16 milyon Azeri, İran İslam Cumhuriyeti'nin kuzeyinde (Güney Azerbaycan), 330 bini Gürcistan'da ve 110 bini Ermenistan'da yaşamaktadır.
Özbek TürkçesiDilleri Karluk grubunda yer alan 'Özbek Türkleri'nin büyük çoğunluğu Özbekistan Cumhuriyeti'nde (16,2 milyon) yaşamaktadır. Başta Tacikistan (1,5 milyon) olmak üzere Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Afganistan'da yaklaşık 3 milyon Özbek bulunmaktadır.
Kazak TürkçesiKazakça, Türk dillerinin Kıpçak grubunda yer alır. 'Kazak Türkleri'nin büyük bölümü Kazakistan'da yaşarken, komşu cumhuriyetlerde de (özellikle Türkmenisten, Moğolistan) Kazak azınlıklara rastlanır ve toplam nüfusları 9 milyonu aşar.
Kırgız Türkçesi Kırgız dili, Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır ve bu dili konuşan Kırgızların sayısı, diğer komşu cumhuriyetlerde yaşayanlarla birlikte 4 milyonu bulur.
Türkmence Türkmenistan Cumhuriyeti'nde bugün 3 milyon, diğer bölgelerde de (İran, İrak, Afganistan) yine yaklaşık 3 milyon Türkmen yaşamaktadır. Dilleri Oğuz grubunda yer alır ve Anadolu Türkçesine çok yakın nitelikler taşır.
Tatarca 'Tatar Türkleri'nin 2 milyonu Rusya Devleti'nin içinde (Moskova'nın yaklaşık 750 km güneydoğusunda) Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde (Kazan Tatarları) yaşarken, 1,1 milyon Tatar yine Rusya içindeki Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde, 350 bini Kazakistan'da ve 300 bini ise Kırım Yarımadası'nda (Kırım Tatarları) yerleşmiştir. Dilleri Kıpçak grubundandır.
Baskurt Türkçesi Günümüzde Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskava'nın yaklaşık 1.250 km Güneydoğusu'nda 1milyon, diğer bölgelerde ise 1,6 milyon Başkurt Türkü yaşamaktadır. Dilleri Kıpçak grubunda yer alır.
Karakalpak Türkçesi Dilleri Kıpçak grubunda yer alan Karakalpak Türkleri, Özbekistan'da (Aral Gölü'nün güneyinde) Karakalpak Özerk Cumhuriyeti'inde yaşarlar; nüfusları 500 bin civarındadır.
Çuvaş Türkçesi Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskova'nın yaklaşık 600 km güneydoğusunda, Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nin kuzeybatısında) 950 bin civarında Çuvaş Türkü yaşamaktadır.
Sors Türkçesi Kültür ve dil yönüyle Hakas ve 'Altay Türkleri'ne çok yakın olan Sors Türkleri Rusya'nın Kemerowo bölgesinde (Alma-Ata'nın yaklaşık 1.750 km kuzeydoğusunda) yaşarlar; sayıları 17.000 dolayındadır.
Altay Türkçesi Altay (Oyrat) dili Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır. Bu dili konuşan 60 bin Altay Türkü Altay Özerk Cumhuriyeti'nde (Rusya Cumhuriyeti'nde Kemerowo'nin güneyinde, Moğolistan sınırında) yaşarken 70 bini ise diğer bölgelere yerleşmiştir.
Uygur Türkçesi Türklerin ilk yazılı eserlerinde kullanılan Uygurca, Karluk dil grubunda yer alır. Bu lehçeyi konuşan yaklaşık 16 milyon Uygur Türkü (bazı kaynaklara göre 20-23 milyon) günümüzde Batı Çin'de (Doğu Türkistan'da), çok azı ise Rusya'da yaşamaktadır.
Gagavuz (Gökoğuz) Türkçesi Dilleri Oğuz dil grubunda yer alan dolayısıyla Anadolu Türkçesine çok yakın olan Gagavuz Türkleri Moldavya'nın güneyinde 1991 yılında kurulan Gagavuz Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadırlar; nüfusları yaklaşık 160 bindir. Ayrıca Balkanlar'da ve Rusya'nın çesitli bölgelerinde dağılmış küçük topluluklara da rastlanır.
Stavropol Türkçesi Türkmence ve Nogay diline çok yakın olan bu dil, bölgeye göç etmiş Türkmenler tarafından konuşulmaktadır.
Kumuk Türkçesi Kumuk Türkçesi Kıpçak grubundan olmakla birlikte Anadolu, Azeri ve Karaçay dillerine yakınlık da gösterir. Toplam nüfusları 300 bin kadar olan 'Kumuk Türkleri'nin yaklaşık 250 bini Dağıstan bölgesinde (Kuzeydoğu Kafkasya'da) yaşamaktadır.
Karaçay Türkçesi Karaçay dili Kıpçak grubundan olup, Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti'nde (Gürcistan'in 200 km kuzeyinde) yaşamakta olan yaklaşık 160 bin Karaçaylı tarafından konuşulmaktadır.
Balkar (Malkar) Türkçesi Dilleri hemen hemen Karaçay Türkçesi ile aynı olan Balkar Türkleri Gürcistan'nın kuzeyinde, bu ülkeye komşu olan Balkar Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır; sayıları 85 bin civarındadır.
Karaim Türkçesi Kıpçak dil grubuna ait Karaim dili bugün çok az Karaim Türkü tarafından konuşulmaktadır. Bunlar, Ukrayna'nın batısı, Litvanya ve Polanya'da yaşamaktadır.
Hakas Türkçesi Hakas Türkçesi Kırgız dil grubuna çok yakın olup, Hakas Özerk Cumhuriyeti'nde yaşayan yaklaşık 80 bin Hakas Türkü tarafından konuşulmaktadır.
Nogay Türkçesi Nogay Türkleri, Stavropol ve Dağıstan Bölgesi, Çeçen-İngus Cumhuriyeti ve de Karaçay-Çerkes bölgesinde dağınık olarak yaşamaktadırlar. Dilleri Kıpçak grubunda yer alan 'Nogaylar'ın sayısı 75 bin dolayındadır.
Tuva Türkçesi Yaklaşık sayıları 220 bin tahmin edilen 'Tuva Türkleri'nin 200 bini Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti'nde (Moğolistan'nın kuzey sınırına komşu bölgede) yaşamaktadır.
Yakut (Saka) TürkçesiMoğolcanın etkisi ile hayli değişikliğe uğrayan Yakut dili, tahmini sayıları 400 bin olan ve büyük çoğunluğu Yakut Özerk Cumhuriyeti'nde (Çin sınırına 1.250 km uzaklıktaki Doğu Sibirya'da) yaşayan Yakut Türkü tarafından konuşulmaktadır.
Kaskay Türkçesi Anadolu ve Azeri Türkçesine çok yakın bir Türkçe ile konuşan Kaskay Türkleri, Hasme Türkleri ile birlikte İran'ın güneyinde yaşarlar; sayıları 700 bin dolayındadır.
Ahiska (Mesketi, Meset) Türkçesi Dilleri Oğuz grubunda yer alan Ahiska Türkleri günümüzde dağınık olarak Özbekistan, Kırgızıstan, Azerbaycan ve Türkiye'de yaşamaktadırlar. Sayıları 200 bin civarındadır.
Sonuç VI. Yüzyilin ikinci yarısından sonra kuzeye, güneye ve önemli ölçüde de batı yönüne göçe başlayan Türk kavimleri, XV. Yüzyılın ortalarında bugünkü Bulgaristan sınırına ulaştılar. 1960'li yilların başında Orta Avrupa'ya yönelen işçi göçünü, bu göçün devamı olarak nitelendiren bazı yazarlar da görüyoruz. Bu göçler sırasinda sahip olunan özgün kültür, etkilenişim içinde bulunan diğer kültürlerle zenginleşmiş, ancak anadil olarak konuşulan Türkçe korunmuş ve böylelikle dil çok geniş kıta parçalarına yayılmıştır. Birleşmis Milletler'in 1990 yılına ait istatistiklerine göre Türkçe, 165 milyon dolayında kişi tarafından anadil olarak konuşulmaktaydı. Böylelikle dilimiz Çince, Hintçe, İngilizce ve İspanyolcanın arkasından en büyük (yaygın) dil karakterine sahiptir. Nüfus artışının ortalama % 1,5 olduğu varsayılırsa bu sayının artık 180 milyona yaklaşması gerekir. Çincenin, Çin ve Tayvan dışında Güneydoğu Asya ülkelerindeki Çin azınlık tarafından konuşulduğu, Hintçenin yalnızca Hint Yarımadası'nda yayıldığı düşünülürse, Türkçe, İspanyolca ve İngilizce gibi dünyada geniş coğrafyaya yayılmış diller arasında yer alır. Bunlardan İngilizce, Büyük Britanya dışında, Kuzey Amerika kıtasında, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde (İngiliz kökenliler tarafından) ve Avustralya'da anadil olarak konuşulmaktadır. İspanyolca, İspanya dışında Orta (ABD'nin güneyi dahil) ve Güney Amerika'da (Brezilya dışında) yayılmıştır. Türkçenin ise Rusya Federasyonu'nun Pasifik kıyılarından başlayıp, Orta Asya, Kafkasya, Anadolu ve Trakya'yı aşıp Orta ve Batı Avrupa'daki Türklerle, ayrıca az sayıda da olsa Kuzey Amerika'ya göç etmiş Türkler tarafından anadil olarak konuşulmakta olduğunu, böylelikle Afrika kıtası ve Güney Asya dışında (değişik yoğunluklarda) tüm Kuzey Yarımküre'ye yayıldığını görüyoruz.

Prof.Oktay SİNANOĞLU

Türkçe giderse Türkiye gider !

Türkçe giderse Türkiye gider !

Türkçe'nin yazılışı, okunuşu Eskişehir'e indim; Porsuk Çayı'nın orda, dükkânın adı 'Lavash'. İstanbul, Beşiktaş yokuşunda kebapçı olmuş 'Dönerchi'. Allah Allah, bunu yazan zât-ı Avrupaî anlaşılan Batı dilinde 'ch' nın 'c' değil, 'ç' okunduğunun da farkında değil. Ve tabii böyle gülünç (daha doğrusu acınacak) misâlleri artık sıkça görüyorsunuz. Sâdece aşağılık duygusundan, sömürge ruhluluktan mı, yoksa üstüne özenti sıvanmış bir kara câhillikten mi oluyor bunlar dersiniz? Sanmam; işin temelinde 'millî eğitim'i 1946'dan beri güdümüne almış yabancı danışmanların (ve tabii onların yerli emir kullarının) kademeli oyunlarından biri yatıyor. Nasıl mı?Kademeler şöyle:1. Önce Türkçe ikiye bölündü (yanlış adlarıyla 'Osmanlıca', 'Öz Türkçe', geçen iki yazımda belirttiğim daha doğru adlarıyla 'Eski Türkçe', 'Kök Türkçe' diye). Bilim terimleri, Atatürk'ün yolunda bir süre Kök Türkçe'den türetilip bu terimler ortaöğretime yerleşti. Ancak aynı terimleri evrenkentler ( üniversiteler ) pek kullanmadığı için tam bir teknik dili birliği oluşmadı. 'Solcu' diye bilinen Öz Türkçeciler 1950-1980 arası tedrîcen ana gayeden uzaklaşıp Eski Türkçe'yi tasfiye yoluna girdiler. 'Sağcı' diye bilinen Eski Türkçeciler ise bu tasfiyeciliğe aşırı bir tepki olarak bilim için Kök Türkçe'den türetilen terimlere dahî düşman oldular. (Bu konuları son iki yazımda etraflıca işledim). Oluşan boşluğa İngilizce bozuntusu (Tarzanca) lâflar hücum etti. İki tarafın da saplantılıları, artan 'Anglomanlıca' tehlikesine pek aldırmadılar; birbirleriyle 'Kelime mi, sözcük mü?', 'Millet mi, ulus mu?' diye kavga etmeyi sürdürüyorlardı. 2. İngilizce ile eğitim, önceleri yalnız fen dersleri olmak üzere ilk kez bir Türk okulunda (hem de Atatürk'ün tam tersi gayeyle kurduğu okulda) 1953'te başladı. Kısa sürede bu, devletin birçok okullarına, sonra özel ve cemaatlerinkine bulaştırıldı. 1960'ta gene dış telkinle ilk kurulan İngilizce dilli Türk evrenkentini zamanla birçok yenileri tâkip etti. Bunlarda yalnız fen değil, tüm dersler İngilizce oldu (tarih, edebiyat dâhil). Kamuoyu toptan aldatıldı.(Bkz. O.S, 'Bye Bye Türkçe' kitabı (Otopsi Yayınları, İst., 25.baskı 2005).3. 1990'larda 'Tarzanca' ile eğitim ilkokullara, anaokullarına kadar indirildi. (Bir ülkenin dilini yok etmenin temel yöntemi).4. Bir yandan da Türk yazısını bozmak (sonra yok etmek) faaliyetleri yürütülüyordu. 1980 darbesinde, birden Türk yazısındaki inceltme işaretleri (^) kalktı. Tabii bu, 'Eski Türkçe' sözcükleri yazılamaz hâle getiriyor, Türkçe'ye de büyük bir karışıklık darbesi vuruyordu. (Örn. 'hala' 'hâlâ', 'kar' 'kâr' ikililerindeki gibi.) İşin garibi, tasfiyeciliğe karşı olanlar dâhil 'sağ'lı, 'sol'lu basın-yayın bunu uyguladı. Kimin başlattığına gelince, iki taraf ta birbirinin üstüne atıyordu. Demek ki, hiçbirinden değil, olay gene yabancı danışmanlardan (yâni 'güdücü'lerden) kaynaklanmıştı. [Sanırım aynı sıralarda, okullarda da Türkçe yazım kuralları öğretilmez oldu. Zâten edebiyat (ve târih) dersleri de azaltılıp duruyordu]. 5. Atatürk'ün yeni Türkçe yazısı tüm dünyanın imrendiği, bütünüyle diline tam uyan, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir yazıdır. Herkes bu yazıyı birkaç haftada öğrenebilir. İlk defâ karşınıza çıkan bir kelimenin nasıl okunacağı, nasıl yazılacağı diye bir sorun yoktur. 'Harf harf söyle' diye sorulmaz. Batı dillerinde, özellikle şu imlâsı tam bozuk 'Tarzanca'da ise, biri 'Adım Smith' dese, öbürü hemen, 'spell it' (harfle) der. Ne gülünç; halbuki 'Smith', Türkçe'deki 'Mehmet' kadar yaygın bir isim. Türkçe'nin ve yazısının bilgisayar ve bilim için en uygun dil ve yazı olduğu hakkında ise Batılılar da artık yazılar yazıyorlar.Dili İngilizce olan okullarda çocuklara okuma yazma öğretmek çok zordur. Her sözcüğün okunuşunu yazılışını çocuk ezberleyecek. Kural kaide yok. Nitekim ABD basınına göre orada liseyi bitirenlerin yüzde 60'ı kendi dili İngilizce'yi dosdoğru okuyup yazamıyor. Türkçe'de ise yakın zamana kadar çocuklar heceleme yöntemiyle ve Türkçe'nin güzel kuralları sâyesinde her şeyi hemen okuyabilir, yazabilir konuma ilk yılda gelirlerdi. Derken, Türkçe'yi yok edip yerine 250 kelimelik köle dili İngilizce'yi koymak ana planına uygun olarak, yabancı danışmanların güdümüyle okullarımızda Türkçe okumak yazmak öğretimi yöntemi değiştirilip kelime kelime, her birisinin görüntüsünü ezberleme yöntemi kondu. Sonuçta evrenkentli gençlerin bile imlâsı bozuldu (e-postalarda sık sık görüyoruz). Tabii buradaki dış güdüm gayesi, aslında sâdece İngilizce okumayı öğretmek, Türkçe'yi toptan yok etmek. Ayrıca ilkokulda Türk alfabesi öğretirken 'x', 'w', 'q' yu da katıyorlar.Yukarıda, bir dizi abuk sabuk, mantıksız gibi görünen olayların, yapılanların arasında nasıl bir temel bağıntı, nasıl bir düşman hedefine doğru adım adım yürüyüş olduğunu göstermeye çalıştık. Umarım durum belirginleşmiştir.Şimdi Türkçe'nin yazısı konusundaki ilkelerimizi şöyle sıralayabiliriz:a. Türk yazısında inceltme (^) işaretleri herkes tarafından mutlaka kullanılmalıdır. (Bilgisayarda onları koymak da çok kolay.) Yazarlar, çıkacak yazılarında koydukları inceltme işaretlerinin aynen baskıda da olması için yayınevine, gazete, dergi idâresine (bizim yaptığımız gibi) ısrar etmeli.b. Okullarda okuma yazma tekrar bizim usul heceleme yöntemiyle öğretilmeli. Türkçe'nin dilbilgisi, ses uyumları, terim türetme kuralları eskiden olduğu gibi çok iyi öğretilmeli. c. Türk edebiyatı (her dönemdeki) ve târihi dersleri yeniden ihyâ edilip 1980'e kadar olduğu şekle ve miktara rücû etmeli; tarih derslerinde Türk kültür tarihine verilen yer de artırılmalı. Tabii bütün bunların olabilmesi için her düzeydeki eğitimi düzenleyen devlet kuruluşları artık kesinkes yabancı 'danışman'lar hâkimiyet ve güdümünden kurtarılmalı. Türk gençliğinin, dolayısıyla milletinin geleceğini, kaderini gizli, açık düşmanlar değil, Türk milletinin öz vatansever evlâtları belirleyecektir.

Kaynak: Prof.Oktay SİNANOĞLU

21 Ağustos 2009 Cuma

Sevgi Dilidir, Güzel Türkçemiz

Kavgaları yapın, başka bir dille
Dünyaya açıldık, sevgiyle gülle
Yarışıyoruz biz, sanki bülbülle
Sevgi dilidir bu, güzel Türkçemiz

Abdal'ım, Yunus’um, Mehmet Akif’im
Veysel’im, Nazım’ım, Necip Fazıl’ım
Kıtaları aşmış, bestem ve sazım
Dünya dilidir bu, güzel Türkçemiz

Yaprak düşer yere, elveda desin
Güneş doğar göğe, merhaba desin
Toprak kokar yare, sevgi üflesin
Duygu dilidir bu, güzel Türkçemiz

18 Ağustos 2009 Salı

Türkler’in Kullandıkları Alfabeler

Türkiye Cumhuriyeti`nde bugün kullanılmakta olan alfabeye gelinceye kadar Türklerin alfabelerini birkaç kez değiştirdikleri bilinmekte ve bu konuda şöyle dörtlü bir dizi yapılmaktadır: Göktürk, Uygur, Arap, Latin.


Böyle bir sıralama gerçeği tümüyle yansıtmadığı gibi adlandırmaların “Arap” ve “Latin Alfabesi” diye yapılması da bazı kavram ve değerlendirme kargaşasına yol açmaktadır. Tarih boyunca çok geniş ülkelere yayılan ve çok değişik kültürlerle ilişkiler kuran Türkler bu dört alfabenin dışında ,başka alfabeler de kullanmışlardır. Gününüzde de söz konusu dört alfabeden başka alfabeler kullanan Türkler vardır.


Öte yandan, İslamiyet’le birlikte Türkler arasında yaygınlık kazanan alfabe, salt Arapların kullandıkları harflerden ibaret olmayıp, ona bazı eklemeler de yapılmıştır. Bu nedenle eski yazı ya da Osmanlı alfabesi diye de nitelenen alfabe, Arap alfabesinin Türkçe`ye uygunluk sağlamasına çalışılan geliştirilmiş bir biçimi idi. Bu nedenle ona Arap alfabesi değil Arap kökenli alfabe demek daha doğru bir niteleme olur.


Bunun gibi, Türkiye Cumhuriyeti`nde kullanılan alfabe de özgün bir Latin alfabesi olmayıp Latin kaynaklı yeni Türk alfabesidir. Nitekim söz konusu alfabenin kabulünü öngören 1928 tarihli yasa “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” başlığını taşımaktadır


Göktürk Alfabesi

Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiung-nu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889′da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara`daki Augustus Tapınağı`nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893`te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.

Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.

Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar,Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya`dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.


Uygur Alfabesi

Göktürk Kağanlığı`nın 744 tarihinde yıkılmasıyla onun yerine geçen Uygur egemenliği dönemi kültürel etkinlikler ve gelişmeler yönünden İslam öncesi Türk tarihinin en parlak ve dikkate değer dönemini oluşturur. Çin, Hint ve İran kültürlerinin de etkisiyle kültür hayatına öncelik, renk ve hareketlilik getiren Uygurlar, kağıdı ve matbaayı da alıp kullanmışlardır. Bu arada kullanılagelen Göktürk yazısını bırakarak kendilerine özgü yeni bir alfabe düzenlemişlerdir.Uygur alfabesi, Sogd kökenli olup, bazı değişikliklerle Türkçe`ye uygulanmıştı.

Bu alfabenin ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin olarak saptanamamaktadır. Bugün için bilinen, bu yazı ile yazılmış en eski metinlerin IX. yüzyıl sonlarına ait olduklarıdır. Buna karşın, söz konusu alfabe Uygurların siyasal varlıklarını yitirmelerinden sonra da yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Türklerin İslamiyete geçişleri ve Arap kökenli yeni bir alfabenin kabulünden sonra da Türkistan ve Kırım`daki Türk devletlerinde bu alfabe varlığını koruyabilmiştir. Timur İmparntorluğu ve onun kollarında Uygur yazısının kullanıldığı bilinmektedir.

Ebu Said Mirza`nın 1468`de Uzun Hasan’a gönderdigil bitik -mektup- Uygur harfleriyle yazılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu`nda da sarayda Uygurca bilen kâtipler vardı ve Orta Asya`daki Türk hükümdarlarına gönderilen mektuplarla kimi yarlıkları bunlar yazıyorlardı. Örneğin, Fatih Mehmet`in Otlukbeli Savaşı`ndan sonra Özbek Hanına gönderdiği zafername Uygur alfabesiyle yazılmıştı. Böylece Orta Asya Türkleri arasında olduğu kadar Osmanlı merkez yönetiminde de geçerliliğini koruduğu anlaşılan Uygur alfabesi, varlığını bir süre daha devam ettirmiş ve 18. yüzyılda tamamıyla unutulmuşdur.

Arap Alfabesi



Türklerin topluca İslamiyet’i kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe, bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk - İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.

Latin Alfabesi



Yeni Türk alfabesi, Latin harfleri temel alınarak, 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı yasayla tespit ve kabul edilmiştir. Bu kanuna göre, Türk Alfabesi’nde 29 harf bulunur. Alfabeyi oluşturan büyük ve küçük harfler, sırasıyla aşağıdaki biçimde yazılır.



Yazı karakterleriyle:


--------------------------------------------------------------------------------

A B C Ç D E F G Ğ H I İ J K L M N O Ö P R S

Ş T U Ü V Y Z - (Â Î Û)


a b c ç d e f g ğ h ı i j k l m n o ö p r

s ş t u ü v y z - (â î û)


Harflerin Sınıflandırılması
a, e, ı, i, o, ö, u ve ü harfleri ünlü harfler, diğer harfler ise ünsüz harfler olarak adlandırılır.

Ünlülerin Sınıflandırılması
Ünlü harfler, çıkış yeri ve dilin durumuna, dudakların durumuna, ağzın açıklığına göre şu şekilde sınıflandırılır:

Çıkış yeri ve dilin durumuna göre
1.Kalın ünlüler: a, ı, o, u
2.İnce ünlüler: e, i, ö, ü
Dudakların durumuna göre
1.Düz ünlüler: a, e, ı, i
2.Yuvarlak ünlüler: o, ö, u, ü
Ağzın açıklığına göre
1.Geniş ünlüler: a, e, o, ö
2.Dar ünlüler: ı, i, u, ü

Ünsüzlerin Sınıflandırılması
Ünsüz harfler ses tellerinin titreşime uğrayıp uğramamasına göre ikiye ayrılır:

Tonlu (yumuşak) ünsüzler: b, c, d, g, ğ, j, l, m, n, r, v, y, z.
Tonsuz (sert) ünsüzler: ç, f, h, k, p, s, ş, t.

Latin harflerini kullanan diğer alfabelerle farklar
Türk alfabesi, Latin harflerini kullanmasına rağmen, bu harfleri kullanan diğer batı dillerinin alfabelerindeki bir takım harfleri içermemekte, bunun yanısıra bu alfabelerde genel olarak kullanılmayan başka harfler içermektedir.


Türk alfabesinde bulunmayan harfler
Q/q, W/w ve X/x harfleri pek çok batı dilinde kullanılmasına rağmen Türk alfabesinde yer almamaktadır. Bu harflere karşılık gelen sesler sırasıyla k, v ve ks ile ifade edilir. Örneğin: Kemal, taksi. X harfi sözcüğün yapısına göre iks ya da ksi olarak da söylenirken, W harfi çift ve olarak okunur. Benzer biçimde İspanyol alfabesinde yeralan Ñ/ñ (Bu ses İtalyanca ve Fransızca’da gn, Portekizce’de nh harf bileşimleri ile elde edilir) harfine karşılık gelen ses ny ile ifade edilir. Örneğin, İspanyolca’da İspanya anlamına gelen España sözcüğü Türkçe harflerle Espanya olarak yazılır.


Batı dillerinde bulunmayan Türk harfleri

Türkçe’deki Ç/ç, Ü/ü ve Ö/ö harfleri İngiliz alfabesinde bulunmamaları nedeniyle ASCII standardına dahil değildir. Ancak bu harfler diğer batı dillerinde yaygın olarak kullanılmakta ve ISO-8859-1 (Latin-1) standardının içinde yeralmaktadır. Küçük ı, büyük İ, Ğ/ğ, Ş/ş harfleri ise ISO-8859-9 (Latin-5) standardının içinde yeralmaktadır.

Türkçe’de noktalı i harfi büyük harfle yazılıyorken de noktası koyulur: İ. Benzer biçimde noktasız büyük I harfi, küçük harfle yazılıyorken noktası koyulmaz: ı. Ancak yabancı dildeki sözcükler büyük harfle yazılıyorken I harfi noktasız yazılır. Türkçe’nin dışında Azerice ve Tatarca’da da ı ve i harflerinin kullanımı bu biçimdedir.

Ş/ş harfinin sesi, İtalyanca’da sc(i), Fransızca’da ch, İngilizce’de sh ve Galiçyaca’da x harfleriyle elde edilir. Bu harf kimi zaman Rumence’deki Ș/ș (virgüllü s) harfinin yerine kullanılmasına rağmen farklı bir harftir. Türkçe’nin dışında Azerice, Tatarca ve Türkmence dillerinde kullanılmaktadır.

Ğ/ğ (yumuşak ge) harfinin kendine ait bir sesi yoktur, yalnızca kendisinden önce gelen ünlü harfi uzatmakta kullanılır. Bu harf Türkçe sözcüklerin başında yeralmaz. Türkçe’nin dışında Azerice ve Tatarca dillerinde kullanılmaktadır.

ASCII standardında yeralmayan Türkçe harfler ve Evrensel kod (Unicode) değerleri yandaki çizelgede verilmiştir.

Türkçenin Tarihi Gelişimi

Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri Orhun Âbidelerinin metinleridir. Fakat bu metinler şüphesiz Türk yazı dilinin ilk örnekleri değildir. Çünkü Orhun Âbidelerindeki dil yeni teşekkül etmiş bir yazı dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, Türk yazı dilinin başlangıcını ele geçen bu ilk metinlerden çok daha öncelere çıkarmak gerekir. Türk yazı dilinin sekizinci asırdan sonraki gelişmesi ile mukayese edilerek bir tahmin yürütülürse, Orhun abidelerindeki yazı dilinde hiç değilse bir kaç asırlık bir gelişme mevcut olduğuna kolaylıkla hükmolunabilir. Buna göre Türk yazı dilinin başlangıcını Milâdın ilk asırlarına, hiç olmazsa Orhun âbidelerinden bir kaç asır önceye çıkarmak doğru olur. Fakat Orhun kitabelerinden daha eski bir metin ele geçmediği için bu yazı dilini ancak sekizinci asırdan itibaren takip edebilmekteyiz.

İşte nazarî olarak Milâdın ilk asırlarında başladığını kabul ettiğimiz ve ilk ele geçen metinleri sekizinci asra ait olan bu yazı dili 12 - 13. asra kadar devam etmiş olup, bu devre Türk yazı dilinin ilk devresini teşkil etmektedir. Bu ilk yazı dili devresi ayni zamanda müşterek bir yazı dili devresidir. Yani bu yazı dili bütün Türklüğün tek yazı dili olarak kullanılmış, Orta Asya’da geniş bir sahayı kaplayan Türklük âlemi asırlar boyunca hep ayni dille okuyup yazmıştır. O devirden kalma eserlerde görülen ufak tefek farklar ise saha ve zaman farklarından ileri gelen normal ayrılıklar olup tek bir yazı dilinin hudutlarını aşacak mahiyette değildir.

Kâşgarlı’nın en çok beğendiği ve şivelerle karşılaştırırken “Türkçe” diye adlandırdığı, Hakaniye Türkçe’si, yahut başka eserlerde Kâşgar dili, Kâşgar Türkçe’si adı ile anılan dil hep bu ilk Türk yazı dilidir. Bu yazı dili devresinden gelen eserlerin büyük bir kısmı Uygur yazısı ile yazılmış olduğu için bu devreye Uygur devresi, bu yazı diline de Uygurca denilebilir. Fakat Türkoloji öğretiminde Türkçe’nin bu ilk devresi için bugün en uygun isim olarak “Eski Türkçe” tâbirini kullanmaktayız. Türkçe’nin ondan sonraki çeşitli gelişmelerinin kaynağı hep bu devreye çıkmakla, bugün geniş sahalarda ayrı kollara ayrılmış bulunan Türkçe’nin bütün şekillerinin menşei bu devrede bulunmakta, kısacası, Türkçe’nin bütün yapısı bu devre ile izah edilebilmektedir. Demek ki bu devre Türkçe’nin ana Türkçe devresi, ilk devresi, eski devresidir. Onun için bu devreyi “Eski Türkçe” diye adlandırmak çok yerindedir. Bu kitapta biz de bu ismi kullanacağız.

O hâlde Türk yazı dilinin ilk devresi Eski Türkçe’dir. Eski Türkçeden daha önceki devir ise Türkçe’nin karanlık devridir. O devir artık Eski Türkçe’nin Çuvaşça ve Yakutça ile, bunların da daha ileride Moğolca ile birleştikleri devirdir.

Türkçe tarih boyunca iki gramer yapısına sahip olmuştur. Eski Türkçe devresi Türkçe’nin eski gramer yapısını temsil eder. Ondan sonraki devreler Türkçe’nin yeni gramer yapısına sahip olan devrelerdir.

Kuzey-doğu Türkçe’si, Batı Türkçe’si

Eski Türkçeden sonraki devre gelince, bu devirde Türkçe karşımıza birden fazla yazı dili ile çıkmaktadır. Eski Türkçe’nin sonlarında Orta Asya’daki Türklük âleminin parçalanarak büyük kütleler hâlinde Hazar Denizinin güney ve kuzeyinden kuzeye ve batıya yayılması, yeni kültür merkezlerinin meydana gelmesi, İslâm kültürünün Türkler arasına gittikçe kuvvetli bir şekilde yerleşmesi, yeni mefhumlarla birlikte yeni bir yazının kabulü gibi çeşitli dış sebeplerle beraber Türkçe’nin içinde bir müddetten beri kendisini hissettiren tabiî gelişmeler neticesinde ortaya çıkan büyük değişiklikler yazı dili birliğini parçalayarak Eski Türkçe’nin ömrünü tamamlamış ve ayrılan Türklük kollarının yeni kültür merkezleri etrafında kendi şivelerine dayanan yazı dilleri meydana getirmeleri birden fazla yeni yazı dilinin doğmasına ve gelişmeğe başlamasına sebep olmuştur. Böylece 12-13. asırdan sonra biri Kuzey-doğu Türkçe’si, diğeri Batı Türkçe’si olmak üzere iki Türk yazı dili meydana geldiğini görmekteyiz.

Kuzey Türkçe’si, Doğu Türkçe’si

Bunlardan Kuzey-doğu Türkçe’si önce 13 ve 14. asırlarda, bir müddet, Eski Türkçe’nin tabiî ve yeni bir devamı olarak eski ve yeni arasında köprü vazifesi gören bir geçiş devresi hâlinde devam etmiş, sonra 15. asırdan itibaren Kuzey Türkçe’si ve Doğu Türkçe’si olarak iki yeni yazı diline ayrılmıştır. Son zamanlara kadar devam eden bu yazı dillerinden Kuzey Türkçe’si, Kıpçak Türkçe’sidir. Doğu Türkçe’si ise Çağatayca gibi yanlış bir isimle anılan ve Timur devrinde başlayarak 15. ve 16. asırlarda kuvvetli bir edebiyat meydana getirmek suretiyle en parlak çağını yaşadıktan sonra son zamanda yerini modern Özbekçe’ye bırakan yazı dilidir.

Batı Türkçesi

Batı Türkçesi’ne gelince, bu yazı dili 12. asrın ikinci yarısı ile 13. asrın ilk yarısında teşekküle başladığı anlaşılan, 13. asrın ikinci yarısından itibaren de metinlerini günümüze kadar aralıksız bir şekilde takip ettiğimiz yazı dilidir. Selçuklulardan başlayarak bugüne kadar gelen ve devam etmekte olan bu yazı dili, Türklüğün en büyük ve en verimli yazı dili durumundadır. Batı Türkçesinin esasını Oğuz şivesi teşkil eder. Onun için bu yazı diline Oğuz Türkçe’si de denilebilir. Oğuz şivesi Hazar Denizinden Balkanlara kadar uzanan sahaya yayılmış bulunan Türkçe’dir. Bu saha ise batı Türklerinin yaşadığı sahadır. Onun için Oğuz yazı diline, Oğuz Türkçe’sine umumî olarak Batı Türkçe’si adını vermekteyiz. Türkolojide Batı Türkçe’si için bazen Cenup Türkçe’si veya Cenup Şivesi adı da kullanılmaktadır. Fakat bu Şimal Türkçe’sine göre verilen bir addır ve şüphesiz Batı Türkçe’si kadar uygun değildir.


Azeri Türkçesi, Osmanlı Türkçesi

Batı Türkçesinin içinde saha bakımından zamanla iki daire meydana gelmiştir. Bunlardan biri Azeri ve Doğu Anadolu sahasını içine alan doğu Oğuzcası, diğeri Osmanlı sahasını içine alan batı Oğuzcasıdır. Doğu ve batı Oğuzcaları arasında ilk asırlarda çok küçük saha farkları dışında bir ayrılık mevcut olmamış, bu saha farkları yavaş yavaş genişleyerek ancak 17. asırdan sonra doğu ve batı Oğuzca dairelerini meydana getirmiştir.

Bununla beraber arada yine iki yazı dili olacak kadar fark mevcut değildir ve her ikisi de ayni şiveye, yani Oğuz şivesine dayandıkları için Azeri ve Osmanlı Türkçeleri ancak tek bir yazı dilinin kardeş iki dairesi sayılabilirler. Esasen doğu ve batı Oğuzcası arasındaki farklar daha çok şivede yani konuşma dilinde kalmış, devamlı olarak Osmanlı kültür ve edebiyatının tesiri altında kalan Azeri sahasında yazı dili, Osmanlı Türkçe’sinden konuşma dilindeki ile mukayese edilemeyecek kadar az bir ayrılık göstermiştir.

Azeri ve Osmanlı Türkçeleri arasında, daha çok şivede kalan bu ayrılığın sebeplerini doğu Oğuzcasına Oğuz dışı Türk şivelerinin, bilhassa zaman zaman kuzeyden gelen Kıpçak unsurlarının yaptığı tesir ile İlhanlılardan kalan bazı Moğol izlerinde aramak lâzımdır. Bunlardan birincisi doğu Oğuzcasını batı Oğuzcasından bazı şekiller bakımından biraz farklı yapmış, ikincisi ise Azeri Türkçe’sinde bazı Moğol asıllı kelimeler bırakmıştır.

Bilhassa konuşma dili bakımından birbirinden farklı olan Azeri ve Osmanlı Türkçe’si arasındaki başlıca ayrılıklar, kelime başındaki b-m, kelime içindeki q-ġ, h, ilk hecedeki e-i, kelime başındaki t-d ile akkuzatif ve bazı fiil çekim şekilleri etrafında toplanır. Bu ayrılıklar daha çok konuşma dilinde kaldığı, yazı diline aksedenlerin ise ancak son devir Azeri Türkçe’sinde görülebildiği, Azeri sahasında yetişen başlıca edebî şahsiyetlerin bulunduğu 17. asırdan önce de doğu ve batı Oğuzcaları arasında kayda değer bir ayrılık bulunmadığı için bu iki Oğuz Türkçe’si yazı dili olarak Batı Türkçe’si adı altında bir bütün teşkil ederler.

Batı Türkçesinin Gelişmesi

Batı Türkçesinin yedi asırlık uzun hayatında bazı merhaleler vardır. Bu merhaleler onun iç ve dış gelişme seyri içinde görülen çeşitli safhalardır. Gerçekten Batı Türkçe’si uzun gelişme seyri içinde bugüne kadar iç ve dış yapısı bakımından muhtelif gelişmeler ve değişiklikler göstermiştir. İç yapı bakımından gösterdiği değişiklikler, Türkçe kök ve eklerde görülen bazı ses ve şekil değişiklikleri olup, doğrudan doğruya Türkçe’nin tabiî gelişmesi ile ilgilidir. Dış yapı bakımından Batı Türkçe’sinde görülen çeşitli safhalar ise, Türkçe’nin bünyesi ile ilgili olmayıp, onun, içine karışan yabancı unsurlara göre aldığı değişik görünüşlerden ibarettir.

Demek ki Batı Türkçe’sinde Türkçe’den başka bir de yabancı unsurlar vardır. Bu unsurlar çeşitli Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerdir. Türklerin İslam kültürü çerçevesine girmeleri dolayısıyla Türkçe’ye sokulan Arapça ve Farsça unsurlar, Türkçe’yi Eski Türkçeden sonra, yeni yazı dilleri devresinde istilâya başlamış, bu istilâ bilhassa Batı Türkçe’sinde korkunç bir gelişme göstererek bir kaç asır içinde Türkçe’yi âdeta tanınmaz bir hâle getirmiştir.


Arapça ve Farsça unsurların Batı Türkçe’si içindeki durumu yedi asır boyunca hep ayni olmamış ve çeşitli safhalar göstermiştir. Bu sebeple Batı Türkçe’si içinde hem Türkçe bakımından, hem de yabancı unsurlar bakımından birbirinden farklı bir kaç devre var demektir.

İşte 13. asırdan günümüze kadar Batı Türklerinin yazı dili ola gelmiş bulunan Batı Türkçe’si iç ve dış gelişme ve değişiklikler bakımından şu üç devreye ayrılır:

1. Eski Anadolu Türkçe’si

2. Osmanlıca

3. Türkiye Türkçe’si

Eski Anadolu Türkçesi

Eski Anadolu Türkçe’si 13, 14 ve 15. asırlardaki Türkçe’dir. Batı Türkçesinin ilk devrini teşkil eden bu Eski Anadolu Türkçe’si bilhassa Türkçe bakımından kendisinden sonraki iki devreden çok farklıdır. Bu devreye Batı Türkçesinin bir oluş, bir kuruluş devresi olarak bakmak yerinde olur. Batı Türkçesini Eski Türkçe’ye bağlayan birçok bağlar bu devrede henüz kendisini iyice hissettirmektedir. Bu devreden sonraki Türkçe’de gördüğümüz birçok yeni şekiller bu devrede henüz Eski Türkçedeki eski şekillerinin izlerini taşımaktadırlar.


Eski Anadolu Türkçe’si bir taraftan böylece Eski Türkçe’nin izlerini taşırken diğer taraftan köklerde ve eklerde bazı ses ve şekil ayrılıkları göstermek suretiyle Osmanlıca ve Türkiye Türkçe’sinden biraz farklı bir durum arzeder. Öyle ki Batı Türkçe’si içinde Türkçe bakımından mevcut başlıca değişiklikler bu devre ile bundan sonraki iki devre arasındaki değişikliklerdir. Yani Batı Türkçesini yalnız Türkçe bakımından devrelere ayırırsak Eski Anadolu Türkçe’si ve Osmanlıca - Türkiye Türkçe’si diye ikiye ayırmamız icap eder. Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında Türkçe bakımından, Eski Anadolu Türkçe’sinden Osmanlıcanın ilk devirlerine taşan bir kaç şekil dışında, bariz bir ayrılık yoktur.

Eski Anadolu Türkçe’si yabancı unsurlar bakımından denilebilir ki Batı Türkçesinin en temiz devridir. Bu devirde Türkçe’ye Arapça ve Farsça unsurlar girmeğe başlamıştır. Fakat bu unsurlar kesifliğini yavaş yavaş arttırmış ve ancak devrenin sonlarında geniş bir istilâ başlangıcı hâlini alarak Osmanlıcanın doğuşunu hazırlamıştır. Eski Anadolu metinlerinde görülen Arapça ve Farsça kelimeler henüz çok fazla olmadığı gibi devrenin sonlarına doğru artan terkipler de henüz açık ve basit bir durumdadır. Yabancı unsurlar bakımından bu devirde manzum ve mensur metinler arasında da oldukça fark vardır.

Gittikçe artan yabancı kelime ve terkipler daha çok nazım dilinde görülür. Nesir dili ise çok temiz ve duru bir Türkçe olarak devrenin sonunda bile Arapça ve Farsça kelimeler ve bilhassa terkiplerden mümkün olduğu kadar uzak kalmıştır. 15. asrın ortalarına doğru ikinci Murat devrinde geniş bir kültür hamlesinin ifadesi olarak meydana getirilen telif ve tercüme pek çok Türkçe eserin dili bunu açıkça göstermektedir. Nazım dilinde ise, şiirin Fars taklitçiliği üzerine kurulması ve vezin, şekil zaruretleri yüzünden duruluk çok muhafaza edilememiş ve Türkçe’deki gelişmeler bakımından devre daha bitmeden, 15. asırda, basit de olsa terkipler ve yabancı kelimeler adam akıllı çoğalmış ve Türkçe’yi sarmıştır. Bu yüzden asrın ikinci yarısı Osmanlıcanın temelini atan, onun başlangıcını teşkil eden bir devir olmuş, Eski Anadolu Türkçe’si Türkçe hususiyetleri bakımından devrini ancak Osmanlıcanın başlarında tamamlamıştır.

Eski Anadolu Türkçesinin cümle yapısı ise Türkçe’nin başlangıçtan bugüne kadar hep ayni kalan normal cümle yapısı dışına çıkmamıştır. Gerek nesirde, gerek şiirde Türk cümlesi bu devirde normal, sade, anlaşılan, unsurları yerli yerinde ve doğru cümle olarak kalmış, tercüme sadakati yüzünden nadir olarak kırıldığı yerler dışında, umumiyetle sağlam yapısını muhafaza ederek Osmanlıca devrine girmiştir.

Osmanlıca

Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. asrın sonlarından 20. asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, şüphesiz hep ayni kalmamış, baştan ve sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği bir bütünlük gösterir.

Türkçe bakımından, Osmanlıca’da aşağı yukarı mühim hiçbir değişiklik olmamış, Eski Anadolu Türkçe’sinden sonra günümüze kadar Türkçe’nin başlıca şekilleri hemen hemen hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında belirli bir ayrılık yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ancak bu son iki devre ile Eski Anadolu Türkçe’si arasında belirli ayrılıklar vardır.

Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında çok küçük şekil farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit değişikliklerden başka bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe’si, Batı Türkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si ise Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında bir devre farkı yoktur.

Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe’si ile Osmanlıca arasında da uzun bir geçiş safhası olmuştur. Osmanlıca’nın başlangıcını teşkil eden ve 15. asrın ikinci yarısı ile 16. asrın ilk yarısını içine alan devirde eski gramer şekilleri, yerlerini henüz tamamıyla yeni şekillere bırakmış değillerdi.

Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca’nın içinde daha sonraları da kendisini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye Türkçe’sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu ancak Osmanlıca içinde tamamlamış veya kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır. İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca’ya Türkçe bakımından başından sonuna kadar bir durgunluk hâkim olmuş, 16. asırdan günümüze kadar Türkçe gramer şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.

Osmanlıca’yı batı Türkçe’si içinde bilhassa Türkiye Türkçe’sinden ayrı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı, yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe’sinden farklı bulunan Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu Türkçe’sinden de, Türkiye Türkçe’sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe’nin yabancı unsurlar tarafından tam mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe’yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.

Osmanlıca devrinde Türkçe’yi saran bu Arapça ve Farsça unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün kelime gurupları Arapça ve Farsça kelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış, Türkçe’nin basit fiil kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşamakta olan sayısız yabancı köklü birleşik fiil ile dolmuştur.

Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim muamelesi gören kelime gurupları sahasını böylece Arapça ve Farsça kelimelere, sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçe olarak isim ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe kalmakla beraber, ağır darbeler yemekten kendisini kurtaramamış, birçok defa esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça’dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun’î bir dil manzarası göstermiştir.

Osmanlıcanın devreleri

Yabancı unsurların durumu bakımından Osmanlıca içinde üç devre vardır. Osmanlıca’nın 15. asrın sonu ile 16. asrın büyük bir kısmını içine alan ilk devresi Eski Anadolu Türkçe’sinde yazı diline sokulmağa başlayan Arapça ve Farsça unsurların Türkçe’yi istilâ işinin çok sür’atlendiği devredir. Bu devre, Osmanlıların İstanbul’a yerleşmesinden sonra kurulan saray hayatı ile başlamış, bu saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür hayatının Arap ve Fars kültür ve edebiyatının nüfuzu altına girmesi Türk yazı diline bambaşka bir istikamet vermiştir.

Bu devrede Türkçe Eski Anadolu devresindeki duruluğunu kaybetmiş, yabancı unsurların kesafeti iyiden iyiye artmıştır. Fakat daha sonraki asırlara göre henüz nisbî bir sadelik göze çarpar gibidir. Yabancı kelime ve terkiplerin sayısı ve çeşitleri çok artmakla beraber terkip zincirleri henüz son haddine varmış değildir. Fakat iyice karışık dil yolunda çok sür’atli bir gidiş, çok kesif bir hazırlık vardır. Öyle ki devrenin sonu, yani 16. asrın sonları artık koyu Osmanlıca’nın tam bir başlangıcı hâline gelmiştir. Böylelikle ilk devir sona ermiş ve Osmanlıca’nın yeni bir devri gelip çatmıştır.

Bu devre Osmanlıca’nın ikinci devresi olup 16. asrın sonundan 19. asrın ortalarına kadar süren devredir ki başlıca 16. asrın sonu ile 17. ve 18. asırları içine alır. Bu devrede karışık dil, koyuluğunun son haddine varmış, yapısı güç halle Türkçe’ye benzeyen yazı dilinde Arapça ve Farsça unsurlar arasında Türkçe unsurlar âdeta görünmez olmuştur. Osmanlıca böylece Türkçelikten çıkmış bir hâle geldikten sonra nihayet üçüzlü sun’î dilin en yüksek noktasından aşağıya doğru dönmeğe başlamış ve üçüncü devresine girmiştir.

Osmanlıca’nın ayni zamanda son devresi olan bu üçüncü devre, 19. asrın ortalarından başlayıp 20. asrın başlarına kadar gelen, yani Tanzimattan 1908 meşrutiyetine kadar olan devri içine alır. Bu devrenin son örnekleri 1908’den sonra da Cumhuriyete kadar, sür’atle ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında, gittikçe zayıflayarak bir nıüddet daha devam etmiştir. Bu üçüncü devre karışık dilin koyuluğunu yavaş yavaş kaybettiği devredir. Osmanlıca bu devirde zaman zaman çok sun’î bir koyuluk göstermekle beraber umumî olarak bir çözülme yoluna girmiş durumdadır. Bu çözülme nihayet 20. asrın başlarında tamamlanarak Osmanlıca’nın hayatı sona ermiş ve Türkiye Türkçe’sine geçilmiştir.

Osmanlıca’nın bu son devrini eskisinden ayıran mühim bir fark da batıdan gelen yeni mefhumlar dolayısıyla yeni yeni Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin yazı diline sokulması ve uydurulmasıdır. Bu hususta bazen çok sun’î hareketler olmuş, lügat kitaplarına bakarak yazı yazanlar bile çıkmıştır. Fakat umumiyetle terkipsiz Türkçe’ye gidiş temayülleri artmıştır. Eski devirde de koyu Osmanlıca’nın yanında görülen oldukça sade dil örnekleri bu son devrede umumî yazı dilinin yanı sıra sayılarını çok arttırmışlardır.

Bu devrenin sonları ise Türkçe’nin aydınlığa çıkışının açık müjdeleri ile doludur. Öyle ki bu devir eserlerinin bir eli Osmanlıca’da, bir eli Türkiye Türkçe’sindedir. Değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı, daha doğrusu meyvelerini verdiği için, artık dili bazen Osmanlıca, bazen Türkiye Türkçe’si, veya önce Osmanlıca, sonra Türkiye Türkçe’si olan şahıslar görülür. Hülâsa Osmanlıca’nın sonlarında yazı dili yabancı unsurlar ve terkiplerden sür’atle temizlenmiş, böylece 20. asrın başlarında terkipli karışık dil tarihe karışarak yerini Türkiye Türkçe’sine bırakmıştır.

Nazım dili, Nesir dili

Osmanlıca’nın, kendi içinde yukarıda gördüğümüz şekilde üç devreye ayrılan uzun tarihi boyunca, nazım ve nesir sahasındaki görünüşü birbirinden farklı olmuştur. Bu fark, bir yabancı unsurlar, bir de cümle yapısı bakımından nazım ve nesir dili arasında görülen ayrılıktır. Şiirin, bilhassa divan şiirinin muhteva ve şekil bakımından muayyen Ölçülere bağlı bulunması nazım diline de tesir etmiş ve Osmanlıca’da umumiyetle tek bir çeşit nazım dili oluşmuştur.

Buna karşılık Osmanlıca içinde ilmi ve didaktik eserlerde ayrı edebi eserlerde ayrı bir nesir dili kullanılmıştır. ilmî nesir dili bir dereceye kadar sade ve basit bir dil, edebî nesir dili ise çok aşırı ve sun’î bir şekilde yabancı unsurlarla dolu, secili ve kelime gurubu silsilelerinden örülmüş bir dildi. Bu iki çeşit nesir dili Osmanlıca’da daima yan yana yürümüştür. Burada şu noktayı belirtelim ki adî nesirde edebî nesre göre bir sadelik ve basitlik vardı, yoksa umumî olarak o da yabancı unsurlarla dolu karışık bir dil, bir Osmanlıca idi. İşte umumiyetle bir çeşit olan nazım dili ile iki çeşit olan nesir dili yabancı unsurlar ve cümle yapısı bakımından Osmanlıca içinde farklı bir durumda bulunmuşlardır.

Yabancı unsurlar bakımından Osmanlıca’nın ilk devresinde nazım ve nesir dili aşağı yukarı birbirine yakındır. yabancı unsurlar her ikisinde de çoğalmıştır. Daha çok nazım dilinde görülen terkipler, eski basitliğini muhafaza etmekle beraber bu devirde henüz fazla zincirleme hâlinde değildir. Umumiyetle nesir dili, nazım diline göre daha sade bir durumdadır. Fakat nazım dili pek değişmediği hâlde nesir dili gittikçe ağırlaşmaktadır devrenin sonlarında bu gidiş hızlanmış ve nesir dili nazım diline göre çok ağır bir dil hâline gelmiştir.

Osmanlıca’nın en koyu devri olan ikinci devrede ise bu koyuluk hem nazımda, hem nesirde görülür. Fakat nesirde çok aşırı bir durumdadır. Nazım dili ise eskiye göre o kadar ağırlaşmamış ve nesir dilinin yanında oldukça sade kalmıştır. Nazım dilinde eski basit terkipler yerini üçüzlü. dördüzlü ve daha geniş zincirleme terkiplere bırakmış nesirde ise ağırlık ve koyuluk içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, bilhassa edebî nesir Türkçe olmaktan büsbütün çıkmıştır. Üçüncü devrede ise nazım ve nesir dili birbirine yine yakındır ve her ikisinde de nisbî bir sadeliğe gidiş vardır.

Bu gidiş devre boyunca nesirde daha süratli olmuş, nazımda ise, koyu Osmanlıca devrinde divan şiirinde de tek tük olarak görülebilen sade örnekler gittikçe artmakla beraber, bol yabancı unsurlu ve terkipli dilden kurtulmak daha güç olmuştur Devre bittikten sonra sonra da Osmanlıca’nın Türkiye Türkçe’si içine taşmaları daha çok nazım dilinde olmuş ve daha sonra tarihî hatıra olarak verilen tek tük Osmanlıca örnekler de hep nazım sahasında kalmıştır. Bu arada Türkçe’nin yakasını en geç bırakan eski dilin resmî muhaberede ve mevzuatta kullanılan köhne nesir dili olduğunu da unutmamak lâzımdır. Türkçe bugün bile yakasını bu kırtasiye dilinden tamamıyla kurtaramamıştır. Fakat bu, adî nesrin her devirde ağır olan çok hususî bir koludur ve umumî nesir diline ayak uyduramamasının fazla bir kıymeti yoktur.

Osmanlıcanın nazım ve nesir dili asıl, yabancı unsurlar bakımından değil, cümle yapısı bakımından birbirinden çok farklı bir durumdadır. Divan şiirinde mânânın bir beyitte tamamlanması, bir beyit dışına taşmaması kaidesi Türk cümlesinin yapısı için çok hayırlı olmuştur. Zira mânânın bir beyitle tamamlanması demek, bir beytin hiç değilse bir cümle olması, bir cümlenin en çok bir beyit uzunluğunda bulunması demektir. Gerçekten divan şiirinde her beyit en çok bir cümleden, birçok defa da birden fazla cümleden müteşekkil olmuştur. Bu suretle Osmanlı şiirinde cümleler daima kısa, unsurları sade ve yerli yerinde Türk cümleleri olarak kalmış, nazım dilinde Türkçe cümle yapısı Türkçe’nin bütün tarihi boyunca hiç değişmemiş bulunan normal karakterlerini muhafaza etmiştir.

Osmanlıca’nın bütün tarihi boyunca şiirde Türk cümlesi karşımıza daima sağlam olarak çıkar. Buna karşılık Osmanlı nesrinde Türk cümlesi tam bir perişanlık içindedir. Bu bakımdan nazım dilinin daima Türkçe kalabilmiş olmasına karşılık nesir dili çok az Türkçe olabilmiştir Çünkü nesirde şiirdeki gibi belirli bir ölçüye sığmak mecburiyeti yoktur. Nesir, cümle unsurlarının tam bir serbestliğe kavuştuğu sahadır. Cümlenin bir bütün teşkil eden yapısını bozmadan o unsurları istenildiği kadar genişletmek mümkündür. İşte cümle unsurlarının nesir dilindeki bu serbestliği Osmanlıca’da tam bir başıboşluk hâline gelmiştir.

Yani, nesir dilindeki serbestlik istismar edilerek, bilhassa gerundium ve edat guruplarında olmak üzere, cümle unsurlarının çerçevesi de, sayısı da gelişigüzel bir şekilde genişletilmiş, bu yüzden uzun uzun cümleler içinde cümle unsurları, aralarında çok defa yanlış bağlar kurulmuş olarak bir araya getirilmiştir. Bu suretle Türk cümlesinin sağlam yapısı Osmanlı nesrinde umumiyetle bozulmuş ve cümleler çok defa büyük bir kelime yığınından ibaret kalmıştır. Cümle unsurları genişledikçe, cümle uzadıkça hâkim olmak güçleşir, Cümle büyüyünce hâkimiyeti elden kaçırmamak için dili iyi bilmek, onun kaidelerini iyice hazmetmiş olmak, onun yapısını teşkil eden örgü karşısında tam bir hassasiyete sahip bulunmak lâzımdır. Üç dilli bir dil olan Osmanlıca’da ise yazıcılar maalesef Türkçe’yi incitmeyecek bir nesir diline sahip olamamışlardır.

Bunda Osmanlıca’nın karışık dil olmasının çok büyük bir rolü vardır. Bu karışık dilin öğretimi sırasında esas emek ve dikkat daima Arapça ve Farsça üzerinde toplanarak Türkçe ihmal edildiği gibi, yazı yazarken de Arapça ve Farsça terkipler yapmak hevesi Türkçe’ye itina etmeğe vakit bırakmamıştır. Bu hususla, Türkçe’ye çevrilirken cümle unsurları Türk cümlesine uygun bir sıraya konmadan yerli yerinde bırakılan Arapça ve Farsça’dan yapılmış tercümelerin de çok tesiri olduğunu unutmamak lâzımdır. Hülâsa, Osmanlıca’nın nesir sahasında Türkçe, bünyesine aykırı bir yapıya sahip cümlelerle bozuk düzen bir yazı dili manzarası göstermiştir. Bu bozuk düzenliği en çok Osmanlıca’nın ikinci devresinde görüyoruz. ilk devrede tercüme tesiri çok hissedilmekle beraber Eski Anadolu Türkçe’sinden devralınan nesir dilinde cümle yapısı oldukça sağlamdır. Fakat ikinci devrede bu yapının Türkçe olan tarafı kalmamıştır denilebilir.

Cümle yapısındaki bozukluğun nisbeti ise yabancı unsurların derecesi ile cümle uzunluğuna göre değişik olmuştur. Yabancı unsurları fazla ve cümleleri uzun olan yazılarda bozukluk çok olmuş, oldukça sade ve kısa cümleli olan yazılarda ise daha az olmuştur, Osmanlıca’nın son devrine gelince, bu devrede nesir dilinin kısa zamanda Türkçe cümle yapısına kavuştuğunu görmekteyiz. Tanzimatla beraber nesirde artık Türk cümlesi sağlam bir yapıya sahip olmuştur.

Bu devir cümleleri, eskisi kadar olmamakla beraber, yine bir hayli uzun olmuşlar, fakat yapılan Türkçe’ye aykırı düşmemiştir, Arada sırada bozuk cümlelere rastlanmakla beraber umumî olarak nesir dilinde cümle yapısının büyük bir selâmetle çıktığı açıkça görülmektedir. Bu devrede nazım dilinde ise cümleler eskisinden daha fazla uzun olmak yoluna girmişlerdir.

Yeni edebiyatla beraber mânânın bir beyitte tamamlanması mecburiyeti ortadan kalkınca bir cümle icabında bir kaç mısra içine yayılmış, böylece bilhassa devrenin sonlarına doğru uzun nazım cümleleri ortaya çıkmıştır. böylece cümlelerde nadir olarak bazen yapı sakatlıkları görülmekle beraber, Osmanlıca’nın bu son devresinde de, cümleler biraz uzadığı hâlde umumî olarak nazım dilinin cümle yapısı her zamanki gibi sağlam kalmış böylece Osmanlıca’nın ömrü tamamlandığı zaman Türk cümlesi hem nazım dilinde, hem nesir dilinde Türkiye Türkçe’sine sağlam bir yapı ile girmiştir.

Türkiye Türkçesi

Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. Bugün de devam etmekte olan bu devre, 1908 meşrutiyetinden sonra başlar. Bu yeni devrenin 1908 meşrutiyetinden sonra başlayan ve Cumhuriyete kadar devam eden ilk safhası Türkiye Türkçesinin başlangıç devri mahiyetindedir bu kısa devirde çok süratli bir şekilde ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında Osmanlıca henüz tamamıyla sahneden çekilmiş değildir. Fakat lam manasıyla son günlerini yaşamakta ve umumi dil olmaktan çıkarak muayyen kalemler tarafından tutulmağa çalışılan hususî bir dil durumuna düşmüş bulunmaktadır.

Hâsılı bu devir. Osmanlıca’nın son örnekleri ile Türkiye Türkçesinin ilk örneklerinin yan yana bulunduğu devirdir, Osmanlıca’nın bu son örneklerine yeni dil gittikçe fazla sokulduğu gibi, yeni dilin ilk örneklerinde de bazı Osmanlıca unsurlar, eskimiş bazı kelimeler, bazı terkipler görülmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı için Osmanlıca’dan yeni dilin ilk örneklerine bu şekilde ufak tefek taşmalar olmuştur. Fakat yeni dil bu küçük taşmalardan bu ilk devre içinde kendisini süratle kurtarmış, temiz Türkçe’nin sayısız örneklerini vererek Osmanlıca’yı kısa zamanda gerilerde bırakmıştır Öyle ki Cumhuriyet deri başlarken Osmanlıca artık çoktan ölü bir dil hâline gelmiş ve yazı dilinin bütün ufukları Türkiye Türkçe’sine açılmış bulunuyordu.

Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran başlıca hususiyet onun yabancı unsurlar karşısındaki durumudur, Dilin iç yapısı, yani Türkçe bakımından Batı Türkçesinin bu iki devresi arasında bir devre farkı olmadığını, bu iki devrenin yabancı unsurlar bakımından ayrı devreler teşkil ettiğini yukarıda da açıklamıştık. Yabancı unsurlar bakımından bu iki devre arasında gerçekten çok büyük bir fark vardır. Bu farkın en ehemmiyetli tarafı terkipler bakımından olan ayrılıktır. Türkiye Türkçe’si terkipsiz Türkçe’dir.

Türkiye Türkçesinin en belirli vasfı budur. Bu bakımdan Türkiye Türkçe’si Bütün Türkçe’nin en temiz devridir, Az ve basit olmakla beraber Eski Anadolu Türkçe’sinde yabancı terkipler vardı. Osmanlıca tam mânâsıyla terkipli dil demektir. Türkiye Türkçe’si ise Türk yazı dilinin bu Arapça, Farsça terkiplerden kurtulmuş olduğu mesut devridir. Bir dil, yabancı bir dilin tesirinde kalabilir, Bu tesir, lügat hazinesinde. yani kelime sahasında kaldığı müddetçe ne kadar aşırı olursa olsun dil için bir tehlike teşkil etmez. Fakat kelime sahasını aşar ve kelime guruplarına, cümle sahasına el atarsa dilin yapısı tehlikeye girer. dilin gidişi çığırından çıkar.

Dilin, yapısını ayakta tutabilmek üzere bunlara mukavemet edebilmesi için çok sağlam bir bünyeye sahip bulunması lâzımdır. Osmanlıca’da Türkçe’ye korkunç bir nisbette karışan Arapça ve Farsça terkipler de bu şekilde kelime sahasında kalmayan, cümle sahasına giren yabancı unsurlardı. Türkçe’nin bünyesi çok sağlam olduğu için bunlara asırlarca mukavemet edebilmiş ve zamanı gelince onlardan kolaylıkla silkinerek kendi yapısı ile baş başa kalmıştır.

Fakat bu yabancı unsurlar onun ifade kabiliyeti için çok zararlı olmuşlar, onun gelişmesine asırlarca çelme takmışlardır. İşte Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran en büyük vasıf, onun bu şekilde terkipsiz Türkçe olmasıdır. Bu sebeple Osmanlıca’nın sonları ile Türkiye Türkçesinin başlarında karşımıza çıkacak örnekleri de bu kıstasa göre ayırmak icap eder. Elimizdeki örneğin dili, terkipsiz ise Osmanlıca, terkipsiz ise Türkiye Türkçe’sidir.

Türkiye Türkçe’si terkipler dışındaki yabancı unsurlar bakımından da Osmanlıca’dan çok farklıdır. Bir kere Türkiye Türkçe’si Osmanlıca’daki yabancı çekim edatlarından, Arapça, Farsça çokluk yapmak gibi yabancı kaidelerden de kurtulmuştur. Sonra yabancı kelime sayısı büyük ölçüde azalmış ve azalmaktadır. Fakat, bir kısmı konuşma diline de yerleşmiş olduğu için, Türkiye Türkçe’sinde bugün hâlâ pek çok Arapça ve Farsça kelime vardır.

Bu hususta Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin en temiz devri değildir. Osmanlıca ile mukayese edilemeyecek kadar temiz bir durumda olmakla beraber, Eski Anadolu Türkçe’sinden daha çok yabancı kelime ihtiva etmektedir. Demek ki Türkiye Türkçe’sinde yabancı unsur olarak yalnız çok sayıda Arapça, Farsça kelimeler kalmıştır. Bu arada bazı terkipler de görülür, fakat bunlar tek kelime muamelesi gören klişeleşmiş şeyler olup, sayıları da çok azdır. Türkiye Türkçesinin diğer devrelerden bir farkı da batı dillerinden bazı yabancı kelimeler almış olmasıdır.

Türkiye Türkçe’sinde cümle yapısı da büyük bir aydınlığa kavuşmuştur. Bu devrede Türk cümlesi eski devrelerdeki karışık ve mânâsız uzunluğun dan kurtulmuş, kısa, derli toplu yanlışsız cümle hâline gelmiştir.

Osmanlıca’dan Türkiye Türkçe’sine geçiş, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak suretiyle olmuştur. Osmanlıca, konuşma dilinden çok uzaklaşmış derece sun’î bir yazı dili idi. Türk yazı dilini daima temiz kalan konuşma diline yaklaştırınca yazı dili kolaylıkla Türkçe’yi bulmuş ve sun’i Osmanlıca tarihe karışmıştır. Esasen Türkçe’ye sokulmuş olan yabancı unsurlar Arapça, Farsça gibi gerek menşe, gerek yapı bakımından Türkçe ile hiç ilgisi bulunmayan bir Sâmi, bir Hind-Avrupa dilinden gelme idi.

Bu sebeple bu unsurlar Türkçe’nin bünyesi içinde daima yabancı kalmış ve büyük sun’iliğe dayanan iğreti durumlar, yazı dili konuşma dili kaynağına dönünce çabucak sarsılarak üçüzlü sun’î dil en kısa zamanda yıkılıp gitmiştir. Yazı dili konuşma diline yaklaştırılırken tabiî öteden beri kültür merkezi olarak Türkçe bakımından esasen yazı dilinin dayandığı konuşma diline sahip bulunan muhitin dili, yani İstanbul Türkçe’si esas alınmıştır. Bu sebeple bu gün Türk yazı dili yani Türkiye Türkçe’si hemen hemen İstanbul konuşma dilinin, İstanbul Türkçesinin aynidir. Yazı ve konuşma dili olarak ikisi arasındaki fark en aşağı bir derecededir.

Hülâsa, ana çizgileri ile başlıca vasıflarını belirttiğimiz Türkiye Türkçe’si bugün tam bir özleşme, güzelleşme gelişme hâlindedir. Batı Türkçe’si bu son devre ile çok hayırlı bir yola girmiş ve Türk yazı dilinin bütün gelişme ufukları açılmıştır. Kuvvetli bir yazı dili olmak üzere gelişme yoluna giren Türkiye Türkçesinin yürüyüş hızı devre boyunca memnunluk verici bir seyir göstermiş. 1928’de eski harflerin terk edilmesinden sonra ise büsbütün artmıştır. Bu devirde son zamanlarda bile arada sırada Osmanlıca bazı şiirler yazıldığı da görülmektedir. Fakat ölü dille yazılmış olan bu bir kaç şiir şüphesiz ancak tarihi birer hatıradan ibarettir.

Netice

Bütün bu yukarıdan beri söylediklerimizi toparlayacak olursak, demek ki Batı Türkçe’si kendi içinde birbirini takip eden ve birbirini geçmiş bulunan üç devreye ayrılmaktadır. Bu devrelerin birincisi olan ve iki asır devam eden Eski Anadolu Türkçe’si Selçuklular, Anadolu beylikleri ve ilk Osmanlıların yazı dilidir. İkinci devre İstanbul’un fethinden Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar imparatorluğun yazı dili olarak beş asra yakın bir Ömür sürmüş bulunan Osmanlıcadır. Üçüncü devreyi teşkil eden Türkiye Türkçesinin hayatı ise henüz yarım asrı geçmemiştir. Yani, Osmanlıca Batı Türkçesinin en uzun devresidir.

Bu uzun devre Batı Türkçesinin ayni zamanda en güç devresidir de. Bu devir metinlerin üzerine eğilirken üçüzlü yazı dilinde Türkçe’den başka iki yabancı ortağın gerekli kaidelerini de bilmek lâzımdır. Türkçe’ye kendi kaideleri ile girmiş bulunan bu yabancı unsurlar, bir taraftan Eski Anadolu Türkçe’sinde görünmeğe başlamış olduğu, diğer taraftan, kelime hâlinde de olsa, Türkiye Türkçe’sine de taşmış bulunduğu için bir dereceye kadar Osmanlıca’dan önceki ve sonraki devreleri de ilgilendirirler.

Osmanlıca’daki Arapça, Farsça unsurların mahiyetini öğrenmek ilk ve son devrenin yabancı unsurlarını da yakından görüp bilmek demektir. Yani, Osmanlıca’nın yabancı unsurlarını kavramakla bütün Batı Türkçesinin yabancı unsur durumu aydınlığa çıkmış olur. Türkçe bakımından ise Osmanlıca Türkiye Türkçe’sinden farklı olmadığı gibi, Eski Anadolu Türkçe’sine de bağlıdır. Bu yüzden onun Türkçe cephesini ele alırken Türkiye Türkçe’si ile Eski Anadolu Türkçesini de ele almış oluruz. Hülâsa, Batı Türkçesinin en karışık ve güç devri olan Osmanlıca’nın iç ve dış yapısını incelerken yalnız onun hudutları içinde kalmayarak bütün Batı Türkçesini göz önünde bulundurmak lâzımıdır.

Muharrem ERGİN